Ozborn'dan Merhaba...

Ortaya karışık, akla, yüreğe ne düşerse buraçta...

Etiketler

30 Nisan 2007 Pazartesi

Hayat...

Yaş ilerliyor...
Dün akşam fark ettim bunu...
Artık sevdiklerimiz için cenazelere gider olduk...
Yaş ilerlemese bu kadar sık gider olmazdık...
Klasik cami avlusunda bir muhabbet vardır:
Ne kadar sık gelir olduk buraya, artık burada görüşür olduk...
Bu aralar sık gider oldum.
Hem kendim için, hem sevdiklerim için.
Hiç sevmem başsağlığı dilemeyi...
Ateş düştüğü yeri yakar.
Başınızsağolsun demek çok kuru gelir...
Ne dersen de teselli etmek zordur...
Ateş düştüğü yeri yakar...
En kolay çekilen acı başkasının acısıdır...
Bu gün yine bir cenazeye gideceğim...
Anlamsızda gelse, söylemek istemesemde diyeceğim 'başınsağolsun'...
Kelimelere dökemesemde tanıdık, bildik duyguyu hissedeceğim...
Anlayacağım onun acısını, yüreğinin sızısını...
Dile gelip onu rahatlatacak, acısını hafifletecek birşeyler söyleyemesemde
Yürekten dileyeceğim sabır...

Yaş ilerledi...
Artık cenazelere sık gider olduk...
Sevmesemde söylemeyi, benim için anlamsızda gelse demeyi öğrenmeliyim artık
Başınsağolsun.

(Sevdiklerime ve yakınalrını kaybeden dostlarıma)

28 Nisan 2007 Cumartesi

cumartesi akşamı

Nişantaşı manikürlü-pedikürlü ful bakımlı kadınlarla dolu...
Çalışmıyorlar herhalde...
Hafta içi-haftasonu fark etmiyor...
Her daim bakımlılar...
Tırnaklarımı yememek için yaptırdığım manikürlerim, siyah deri ceketim ve sabahki duştan sonrası öylesine taradığım saçlarımla pasajdayım...
Gün çok güzeldi...
Güneşli...
Baharla-yaz karışımı...
Akşam serin ama havada taze tomurcuk aşk ve yeni umutların kokusu var...
Hııımmm...
Pasaj kalabalık...
Kadınlar bakımlı...
Erkekler 'eko paket' arayışında...
Havada bahar ve aşk kokusu...
İki bira bir sigara nefesi arası konuşulan konu cumhurbaşkanlığı ve yarın çağlayanda yapılacak cumhuriyet yürüyüşü...
İstanbul'un göbeği sosyetenin merkezi Nişantaştan memleket konuları...
Hayat buraçta güzel...
Buaradan herşey güzel...
Manikürlü eller, yapılı saçlar, cepleri dolu pürolu adamlar !
Peki Memleket?
Günlerdir rüyalarımda yapılacak seçim...
Birileri yavruağazı iç çamaşırlarından bahsediyor !!!
Havada aşk kokusu...
Ya burnum tıkalı bana öyle geliyor... Ya da hala Prag'ın kokusu burnumda...
Yarınki yürüyüşe katılmayı düşünenler ve düşünmeyenler...
Olay çıkacak diyenler...
Burdan doğu uzak...
Burdan memleket başka...
Güneş güzeldi...
Cumartesi keyifliydi...
Eko paket olunamsada verilen 1 kilodan mutlu böcüklünük...
Yarın önemli...
Medya erken seçim sayıklıyor...
Anayasa mahkemesi askerin tesirinde kalınacak mı deniyor?
Pazartesi piyaslar ne olacak?
12 Eylül çocuğu olarak iyiki asker var demem nasıl bir ironi...
Saten pijamalr ve gecelikler... biraz evvel iç çamaşırlarından bahsedilmiyormuydu?

İyiki aidiyet duygusunun köküne kadar yaşandığı mekanlar var diyip, havadaki aşk kokusunu koklayıp memleketin durumuna içiyorum... Yavruağazı iç çamaşırım varmı acaba? Hatırlamıyorum... : (
Ha? pardon Evet evet yarınki yürüyüşe katılmak için yapılan plana katılıyorum...

(dostların mekanından)

24 Nisan 2007 Salı

;)

İlk ne zaman çıktılar…
99’da
Hep tekti 99’da tek olmaktan vazgeçti… :(
99 baharı, sabah uyandım ve gördüm onları…

-Aaaaaaaaaaaaaaaa….!!!
Normalde baş ucumda aynayla yatmam veya sabah uyanır uyanmaz elime aynayı alıp bakmam.
Ama o günün gecesinde koymuşum baş ucuma işte…
Sabahta uyanır uyanmaz bakacağım tutmuş…
-Aaaaaaaaaaa…!!!
Yatağın içinde doğrulup bir sağıma bir soluma bakıp bakıp duruyorum…
-Hayır yaaa… hayır yaa…
Hemen elime telefonu alıp sevgilimi aramıştım;
-Dıııııııt…Dııııııııt… Hadi yaaa, uyansanaaa… açsana…
-Efendiiiim (derinden gelen hala uyuyan bir sesle)
-Uyan !
-Saat kaç?
-Bilmiyorum sabah işte ! (sabah dediğim saatte var bi 10.30-11)
-Efendim açkım…
-Saçlarım da beyazlar var ! Şakaklarıma ak düşmüş durumdaaaa !
-Beyaz mıııı? Aauuuggh
-Evet! Dün akşam hiç bir şey yoktu sabah uyandım ve saçlarım beyaaaaz !
-Açkım, sakin ol, hepsi mi beyaz…
-Yanlarda çıkmış. Ne fark eder hepsi sayılır…
-Sakin ol, bende de var.
-Sen erkeksin. Erkeklere yakışır…Sizde çekici… Çıtır hatunlar için çok çekicisin… Yaaa alçak… saçlarında ki akları beğenen çıtırlarla beni aldatırsın sen…
-Açkım nerden çıkarıyosun sabah sabah… sen kahveni içtin mi?

Biz kadınlar…Kadınlık böle bişey işte… Aynı anda başka bir soruna üzülürken, aynı anda da henüz olmamış bir şeyin senaryosunu yazıp oscar’lık performansla oynuyoruz dimi? : )

O dönem stresli bir dönemdi… sağda solda toplasan 5’i geçmeyecek beyaz tellerim bana panik yaşatmıştı…

Açkımın, tüm saçlarım bembeyaz olsa da, ağzımda diş kalmasa da beni seveceğini söyleyip, inandırmasının milyon saat sürmesinden sonra telefonu kapatmış ve heeeey dünyanın en mutlu en sevilen kadını beniiiiim, dünyanın en tatlı, en aşık erkeği benim ki nabeeeer modunda hayatıma kaldığım yerden, beyazlarımı kopararak devam etmeye başlamıştım…
(eee tabi ozamanlar daha küçüüüm… saf-salaklık var. Ağızdan her çıkana inanılma durumları…:p)

Sonra tek tük çıkmaya başladılar…Onları yolmak gibi bir niyetim yoktu. Ama namussuzlar kirpi gibi diğer tellerden ayrı kalmayı çok seviyorlardı.

-Bak sana diyorum, diğerleri tarandı, uslu uslu beraberce takılıyorlar.
Sen niye anten gibi fırlıyorsun? Tamam rengin farklı onlardan…Ayrımcılık yapmaz onlar, alırlar seni aralarına…
-eeeee hadi…Ya sabır…
PekiiiiBiiiiiiingg… aaaa koptun ya…
Neymiiiiiş, öyle ayrımcılık yaparsan koparmışsııın…

Böylece zaman geçti…
Belime gelen saçlarım, sevgilimle ayrıldıktan sonra kazıtılmaktan kuaförümün ikna çabaları sayesinde kurtuldu…
-Kes diyorum hepsini…
-Kazıııı…
-Değdiği tek bir tel kalmasın! (ne demekse ???)

Yine kadınlık ! Ya alışveriş ya kuaför…Okumuşu da, cahili de bir… Genlerimizde var işte…Yapacak bişi yok. DNA üzerinde adam akıllı oynamaya başlanınca babalar, kız çocuklarının olacağını öğrenince ‘aman dohtuur değiştir şu ayarı şöle yap’ diyecekler ve damatlar, damat adayları oh rahat edecek…Dünya rahat bir nefes alacak ötesi var mıııı? : ))

2004’ten beri saçlarım kısaydı…Bu arada kısa saçta yakışıyormuş hani… :p Bu arada kısa saçın bakımı da zormuş. Daha doğrusu benim ki gibi kafasına göre ‘hayır sana inat bu gün dalgalı olacağım, hayır düz olacağım’ diyen bir saç teli türüne sahip olunca durmadan fön, fön gerekiyor söz dinletmek, hadlerini bildirmek için… :p

Saçlarımı balerin topuzu ve arkadan tek örgü yapmayı çook özlediğimden yeniden uzatma kararı aldım. Uzatalım dedik, uzuyooo da… O ne…Bir sürü beyaz var artık. Topla topla nereye kadar. Kuaföre gidip ‘beyazlarımı topla, borcum ne?’ desem yeridir… :p

Normalde takmam böyle şeyleri…Ben doğal hatunum…dur…Bu güne kadar saçım kasımda yaptırmış olduğum kırmızılar haricinde boya görmemiştir… Ömründe sadece 2 defa kına görmüştür. Biri bol kırmızı soğanlı – yumurtalı olmak üzere…gençlik işte… ki kınada yarardan çok zarar sağlıyor…öle böle değil döküyor…

Nolcek bu beyazlar?Hep hayal ederdim. Kırklarımın sonlarında kendi mimari ofisindeyim. Üstümde beyaz bir T-shirt, popom da bir jean ayağımda sarı tımbırlentlerim ve saçlarım arkadan tek örgü ama aklı paklı… doğal mimar kadın…

Waybe kendimi çok entel-dantel imajında hayal etmişim bea… :p
Ulan daha 33’üm iyi hadi 33.5’ten 34 de…bu beyazlar ne…Uff…Sinir oluyorum…Diğerlerinin arasına karışmıyorlar, anten gibiler…Yol yol nereye kadar ayol…Kel kalıcam onları yola getireyim diye…

Her şey baba tarafıma çekmiş saçlar anne tarafına…
Erken beyazlama huyu var o tarafın…
Babaannem 96 yaşındadır, uzuuun siyah saçları vardır… sadece 15 tel beyaz ya vardır ya yoktur…
Çeke çeke saçlarımın beyazlaması çekmiş anne tarafına…uff…Herkes napıyor…Boyatıyor…Tamam da, oooo ben üşengeç hatunum. Kaşlarım göz kapaklarıma ağırlık yapmadan aldırmaya gitmeyen ben (yaw teşbih yapıyom :p) 1 aydamı, yok 15 günde bir nezaman gidilir boyaya onuda bilmem… kuaföre gidip saç mı boyatıcam…

Amaa yaaa… benim saçlarımın rengi çok güzeldiiiiir… : ( kahve vardır, sarı vardır, kızıl vardır…Ulan ne renge boyatıcam sizi?Aklı paklı hayalim içinde çok erken yaaa…
Daha bi kendi ofisim bilem yok…Daha bi sevgilim bilem yok ! :p

Şiiiiiişşş… Ağır ağır beyazlayın hooop kime diyorum…
Bak yaz geliyoo…Siz yazları güneşte açılırsınız… sarı olursunuz… unuttunuz mu?Anlaşıldı…sayınız 10’u geçecek…
Sizi kökten kazıtmak vardı ya…
Tamam peeees…Bu gidişle önümüzde ki sene boyanacaksınız da… ne renge?
Çepiz çingene pembesi yapmassam nolim emi…
Yaw maymun olcam lan sizin yüzünüzden…Yaa tanrım ya… 40’dan önce niye yaaa…
:p
Hayatınacıgerçekleri.com
Şikayetciyim abi…daha vakti gelmeden beyazlamak için can atan saçlarımdan öle böle diil şikayetçiyim.com:))))

Paronayak bir istanbul sabahından günaydın

Akbank bankamatiğinin önündeyim. Kartımı çıkarmış, yuvaya doğru iterken, Yaşlı, başı bağlı gözlüklü tonton bir teyzenin ağır ağır bana doğru yürüdüğünü görüyorum.
Sevimli yaşlı bi teyze diyorum...Yooo olmayadabilir. Sevimli yaşlı teyze kılığına girmiş bir gaspçıda olabilir!!!
12 dev adamın reklam filmini hatırlayın. Yaşlı teyze zıplayıp nasıl basket atıyodu !!!
Şifremi yazıp, işlem başlayana kadar teyzeye bakarak düşe dalıyorum…
Şimdi teyze gelecek yanıma ve birden ondan beklenmeyen bi çeviklikle 'kubbbbaaaaaaa... heeeyt huuyt' diyerek saldıracak bana...
Ben, tonton teyzeye sevgi dolu gülümsemem yüzümde donup kalmış şok içinde ‘noluyooo leen’ diyemeden soyulucam !!!
Ooo nooo !!!
Teyze aklımdan geçenlerden habersiz yanımdan geçiyor ve ben ‘yaşlı teyze kılığına girmiş gaspçı diil, harbiden teyzeymiş’... diyerek ohhh çekerken tonton teyze un-iş’e giriyor.
Sadece Akbank’ın bankamatiğinde ayna şeklinde olan güvenlik kamerasına yapışıp rujuma bakıyorum...
Akbank’ın güvenlik kameralarını izleyenlerin ‘ahaa geldi bizimki yine’ dedirtecek makyaj kontrolleri yapıyorum... Biraz sürsem mi, dişlerimde bişi varmı... diş kontrolü yaparken güvenlikçiler bademciklerimle tanışıyorlar...
Evet makyaj tamam, para cepte... Metropol hayatının paranoyasını sabah sabah kurmuş, pazartesi sabahı işe başlamaya hazır ve nazır bi şekilde taksiiiiiiii diye bağırıyorum...
Etiler derken, acaba taksici beni , bu yol kestirme abla diyerek kaçırmaya teşebbüs eder mi diye düşünmeye...
;)

Günaydın !

Sabah kahvaltı keyfi için pelitteyim.
2 masa ötemde cam kenarında oturan takım elbiseli 3 adamdan biri bağıra çağıra konuşuyor:
-Ne istiyorsun dedim?
-Huzur dedi...
-Al 25 bin dolar dedim...
!!!

Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış’tan...
Oh sabah sabah Akbank’ın sistem hatalarından cüzdanımda 25 ytl bilem yok...
Hele huzur istiyorum dediğimde bana bilmem kaç bin dolar veren ne arkadaşım ne dostum...
Yanlış dostlarım var, yanlış... :ppppp
Nefis çayımdan bir yudum alıp gazeteme dönüyorum... Adam hala bağıra çağıra konuşuyor...
-Demir-çelik...
Hay allahım... paralısın,hisselisin ama görmemişsin !!!
Cık cıklayarak sayfayı çeviriyorum; podyumlarımızdan sahnelere transfer eski manken yeni assolist ve dizi artisti hanfendü doğum yapmış... Doğuma 13 kişi girmiş !!!Çüüüüüüüüüş !!!
2 akapunktur uzmanı, 2 fotoğrafçı, bir doğum koçu...
Doğumdan önce kocamı doğuma sokmicam diyodu. Nedeni çıktı ortaya, odada adama yer kalmamış ki !!!
İngiltere prensleri bile bu kadar kalabalığa doğmamıştır...
Çıkarken bu kadar yardım alınan çocuk içeriye kaç kişiyle girdi acaba? iğreeeeeeeeencim !!!
Ben 7 yıldızlı otelin balo salonunda doğurucam! Kaç 13 sığar oraya... Çocuğumun gelecekteki okul müdürüne kadar...:)))

Yeni şampuan ambalajlarını fark eden var mı?

Saç ve saç derisi için bi sürü yeni keşifler yapılırken şişeleri devleşiyor...
Şişeler1.5 litrelik pet şişeden farksız bir hal alıyorlar... Aile boyu değil sülale boyutunda mübarekler...Eskiden taaa benim çocukluğumda gaz ve yağ sıkıntısı dönemlerinde ellerimizde bidonlar, kola şişeleri dolumlara giderdik... Millet olarak alışkınız... Şampuan firmaları bi dolum tesisi açsın, 1.5 litrelik pet şişelerimizi götürelim dolduralım... Şu anki şişelerin pet şişelerden farkı yok nasıl olsa... Hem ülke ekonomisine katkı olur… Hem de geri dönüşümün farklı yorumlanması ama dönüşmesi… :p

Banyo ıslak bir mekandır. Tehlikelidir. Yıkanırken denge kaybı, elinde tuttuğun bir şeyin düşmesi ve istem dışı bir refleksle onu tutma çaban tehlikeli sonuçlar doğurabilir... Kocaman hatta devasa bir şampuanı tutmak bazen zor olabilir... Tek elle değil iki elle tutabileceğin büyüklükte şampuanlarla maazallah!!!Aslında bu sülale boyu şampuanlarla kurtulmak istediğiniz kadınınızdan/erkeğinizden kurtulabilirsiniz:
Küvette fentezi hazırlayıp adamı veya kadını köpüklenmeye davet edip kocaman şampuanı kafasına çakıp, şahıs mevta olduğunda da polislere ‘fentezi yapıyorduk, sevgülümü şampuanlamak istedim, şampuanı almamla… elimden kaydı bakın ne kadar büyük tutamadım ve düştü kafasına, ellerde köpüklüydü… firma suçlu’ diyebilirsiniz...

Hem adam veya kadından kurtulursunuz, hem ceza yemekten hem de firmaya açtığınız davadan süper bi tazminat alıp ooh yaşarsınız...:ppppŞu şampuanları battal boyda yapmayın leeen ! yenilikler küçük şişelere sığmıyor herhalde? Küçük şişelere sığacak keşiflerde bulunun kimyacılar!

DTM

Muhabir OZY 'DTM' yarışlarından bildiriyor...
30 eylül, 1-2 Ekim tarihlerinde İstanbul Parkımız’da DTM yarışları vardı...Şimdi DTM nee? Eee Şöyle bişi; 1984 yılında start alan DTM yani, Daç amcaların Turing Motors yani, avrupanın en popüler Alaman binek Otoları yarış serisi oluyo...Almanya sınırları içinde koşulsada içinde ‘Türkiye’nin de bulunduğu 5 Avrupa ülkesi program dahilinde... Kuralları, Teknik özellikleri ve Felsefesiyle (evet felsefesi var) F1’den çoook farklı ve daha zevkli...‘Seyir zevki yüksek ama aynı zamanda da maliyet bilinci de taşıyan bir binek otomobilleri sporu izletmeyi amaçlayan’ bi felsefesi var. Bu yarışlarda tüm takımların her şeyi eşit. Eşit teknik şartlarda yarışılıyor.
Kurallar, kullanılan ürünler (lastik markası, vites kutusu, vs)... Mesela tüm takımların firen zımbırtıları, tek bir üretici tarafından sağlanıyor. Tüm elektronik zımbırtılar yine öyle, Bosch sağlıyor... Yani araçların teknik özellikleri değil pilotların yetenekleri yarışıyor. Bu yüksek sürat yapan ve bizlere müthiş bir izleme zevki veren ‘bu’ otomobiller yollarda veya show roomlarda gördüğümüz otoların sadece siluetini taşıyan, gövdeleri kompozit plastikten üretilmiş tak-çıkar araçlardır. Arabaların sökülüp takılmalarını izlemek çok zevkli... : )Evet bir car racing hastası olarak yine hafta sonumu İstanbul park’ta geçirdim! F1’den daha çok eğlendim.
Cumartesi günü yine klasik olarak ‘padok’taydım... Audi’nin misafiri olarak. Tam bir Alman olduklarını kanıtladılar ve ‘hediyeler’ konusunda çok cimri davrandılar. Eşe-dosta, heç bişi alamadım... : ( Bende açık büfedeki her şeyi silip süpürdüm! :) Almanların patates ve bira sevdiklerini zannederdim/dik. Ama adamlar ‘patlıcan’ hastasıymış meğersem... haa bide ırkçılık yaptılar, sadece Almanlara yağmurluk ve şemsiye verdiler biz gariban Türkler olarak ööylee baktık! Klasik olarak Pit walk yaptık, arabaları elledik, maalesef 1500 avromuz veya üst düzey bi tanışımız olmadığından ‘taxi drive’ yapamadık.
Bence DTM’in en önemli özelliği dünyaca ünlü pilotların yanına oturup piste keyif yapmanıza olanak veren Taxi drive... Cuma günü ücretsizmiş!!!! Ve adam bulamamışlar... Bir daha ki sene iş ekilecek ve Cuma’dan pistte kamp kurulacak!!!!
Eski dostları gördük. Güzeldi... Ex F1 pilotlarından, Hakkinen, Jean Alesi, Heinz- Harald Frentzen... Günün birinde Hakkinen’i tutacağımı ve dereceye girdiğinde alkışlayacağımı birileri söylese hayatta inanmazdım... Soğuk ve gıcık Finli yine risk almadan, zorlamadan 2. oldu...
Kısaca çok güzeldi. Yarış günü yağan yağmur yarışın heyecanını ve keyfini artırdı... Dönüş yolunda, sapıtık bi şekilde yağan yağmur, bitmek üzere olan debriyaj balatam, kabak lastiklerim ve sadece 1.6’lık golfçüğümle keşmekeş TEM trafiğinde ben çok ama çok farklı bi heyecan yaşadım! : )))))

LE MANS 2006

Allının akıyla 1. yılını dolduran İstanbul Park, bu hafta sonu (08-09 Nisan) 2006 sezonunun ilk yarışı olan, ‘Le Mans Endurance Series’e ev sahipliği yaparak, yarış sezonunu açtı…Muhabiriniz Ozy elbette yine oradaydı…Ozy’de yarış sezonunu doğal olarak açtı amaaa…En son Kasım 2005’te İstanbul Park’ın yarış sezonuna Le Mansla veda eden, biz motor sporları tutkunları, Nisan’ın Kasımdan daha soğuk bir ay olduğunu bizzat yaşayarak öğrenmek zorunda kaldık…
Muhabiriniz yepiz yeni bir gardrop hazırlamaya karar verdi… Pofuduk pofuduk kaztüyü yeni montlar, Balıkçı tulumu gibi yağmurluklar, hangi hayvanın tüyünden-kılından yapıldığı önemli olmayan ama sıcacık tutan kazaklar, yün pantolonlar, çoraplar hatta yün atlet ve donlar… Ben bide diyorum ki bide press kartı neyin bulsak alsak bi yerden…hııım? Ben size daha güzel muhabirlik yapsam… :p Muhabirlik zor… Hele sizin gibi bir cemiyete… : )))
Le Mans’ı azcık kısacık hatırlamak istermisiniz?Nedir ne değildir?Bu sezsizliğinizi evet olarak yorumluyor ve; Şimdi, 24 saatlik efsanevi Le Mans yarışlarından esinlenerek hazırlanan ve tamamen dayanıklılık üzerine kurulu bir yarış olan Le Mans dayanıklılık serisi 1000 km. yarışı yaklaşık 6 saatlik bi yarış. Performans, ileri teknoloji ve limitleri zorlamayı amaçlayan seri, A.C.O (Aotomobile Club de I’Ouest)’in teknik ve sportif kurallarına göre organize ediliyor ve yarışta ‘’LM’’ P1, ‘’LM’’ P2, ‘’LM’’ GT1, ‘’LM’’ GT2 diye adlandırılan, 4 farklı kategorideki araçlar aynı anda start alıyor. Biraz karışık… Uzun olmasından dolayı genellikle evlerde kanepelere kurularak izlemek tercih ediliyor ama benim gibi Biiiuuuuwww sesini oricinal olarak duyma manyağı olunca, karda kışta her hava ve yol koşulunda gidilip canlı canlı izlemek gerekiyor…
Bu sefer Padokkumuz, Pıt Lane, Grid Walkkumuz yoktu… Gidip halk arasında Ana Tribünde soğuğa dayanabildiğimiz kadar dayanarak izledik…O yüzden çok heyecanlı ve müthiş yarış anılarıyla dönemedim… sadece kulaklarımın pası gitti… : )) O da yeter… azla yetinmeyi bileceksin ki zamanı geldiğinde çokun tadına varabil, değerini bil dimiii? Bence de :p
İstanbul Park’ın bağlı bulunduğu Akfırat belediyesi uçmuş… Parkın girişine kocaman bir tabela koyarak Türk ve Ab bayraklarının yanına kendi ve F1 logosunuda koyarak motor sporları severleri sevgi ve saygıyla kucakladıklarını belirtip hoş geldiniiiiz, beş gittiniiiz muhabbeti yapmış… Çok güldüm… Hatta kendi kendime yeni bir iş bilem buldum… Akfırat belediyesinin Motor Sporlarında sorumlu başkan yardımcısı olucam ! Yakışır abi… Kendime başka uygun bir iş düşünemiyorum… Gelecek seçimlerde lütfen Akfıratta oy kullanınız… Yollar güzel, geçen sene ekilen ağaçlar, çiçekler çimler bu sene daha bi doğa görüntüsüne kavuşturmuş parkı, tesis kıştan zarar görmemiş… vs…
Başka bir İstanbul Park yarışında tekrar beraber olmak üzere diyerekten, Gelecekteki Akfırat Belediyesi Motor Sporlarından sorumlu başkan yardımcısı olarak, cümleteeen hepinizeeee, sağlıklıııııı, mutluuuuu, huzurluuuu bir yarış sezonu dilerim.
Sevgiyle kalın seçmenlerim…

19 Nisan 2007 Perşembe

LE MANS

LE MANSENDURANCE SERİESLAST & FIRST AT A TIME !

Yaklaşık 3 aydır motor yarışlarına ev sahipliği yapan İstanbul Park, bu hafta sonu (11-13 Kasım) 2005 sezonunun son yarışı olan, ‘Le Mans Endurance Series’e ev sahipliği yaptı…

Doğal olarak bana da ev sahipliği yaptı. Sezonun son yarışı için, yine sabahın köründe yollara düştüm…Ama bu seferki yola düşüş çok keyifliydi. Sonunda yarış günü ‘halk’ arasında değildim. Padokta, Rolex’in misafiri olarak ağırlandık. Bizi çok güzel ağırladılar ama, insan bi saat hediye ederdi… canım, çok cimri çıktılar! : p Pıt Lane, Grid Walk yaptık, yarış esnasında da pist çevresinde küçük sevimli bi buscıkla turladık… Ay evet yine taxi drive yapamadım…ama inşallah bi daha ki sezon olucak azimliyim… Kazandığım parayı çarçur etmeyip bi kenara koyup biriktirmeyi öğrenebilirsem, ‘neyse farkı werek’ yapıp, o keyfide tadacağım ama…önce para nasıl biriktirilir üzerine sıkı bi eğitimden geçmeliyim… :))

Şimdi, 24 saatlik efsanevi Le Mans yarışlarından esinlenerek hazırlanan ve tamamen dayanıklılık üzerine kurulu bir yarış olan Le Mans dayanıklılık serisi 1000 km. yarışı yaklaşık 6 saatte tamamlanıyor. Performans, ileri teknoloji ve limitleri zorlamayı amaçlayan seri, A.C.O ( Aotomobile Club de I’Ouest)’in teknik ve sportif kurallarına göre organize ediliyor ve yarışta ‘’LM’’ P1, ‘’LM’’ P2, ‘’LM’’ GT1, ‘’LM’’ GT2 diye adlandırılan, 4 farklı kategorideki araçlar aynı anda start alıyor. Biraz karışık… Ve 6 saat süren bi yarış olması zaman zaman ilginizin kaybolmasına neden oluyor… Ama zevkli. Hem Medar-ı iftiharlarımız, Jason Tahincioğlu’nu ‘’LM’’ P1 ve Cemil Çıpa’yı da‘’LM’’ P2 kategorilerinde yarışırken izlemek göğsümüzü kabarttı.


Evet sezon bitti ! Yarış muhabiriniz olarak benimde görevim bitti! : ( Hey gidi heyyy… İstanbul Park’ın açıldığı günden buyana, geçirdiği tüm evreleri yaşamış ve ev sahipliği yaptığı tüm yarışlara gitmiş ve geçirdiği ameliyattan sonra ‘Formulaaaaaaa….’ Diye sayıklamış biri olarak, bi süreliğine İstanbul Parksız ve yarışsız kalacak olmaktan dolayı yüreğimde hüzün ve acı var… Ahh hislerimi kelimelerle ifade etmeme imkan yok! :p
2006 sezonunda görüşmek üzere diyerek, sizlere sezon başlangıcına kadar baaayyy baay yapıyorum…

2004 Moto GP

Nisanda başlayıp Kasım ayında sona eren 4 kıtada 17 ayaktan oluşan ve İlk kez 1949 yılında yapılan Moto GP dünyanın en eski ve en köklü yarışı olarak biliniyor. Son teknoloji, dinamizm, heyecan, yenilik, tutkuuu ve hız kelimeleriyle tarif edilen M GP Formula 1’in iki tekerlekli rakibi olarak da biliniyor.
Evet, bi hız tutkunu olarak dün M GP ile canlı canlı tanıştım! Hııın hıınnn hıınn…. :) Yamaha’nın yıldızı, önümüzdeki senelerde Ferrariye (bi f1 takımı :p ) geçeceği söylenen Rossi’yi heyecanla izledik! Rossi 4. başladığı yarışı güzel bi geçişle 2. olarak bitirdi… Walla 125 ve 250 cc yarışları daha heyecanlıydı… ufak tefek kazalar filan… :) ilk GP birinciliğini alan Honda takımından Melandri’nin damalı bayrağı gördüğünde şaha kalması, yarışı izlemeye gelen motorcuları fena halde gaza getirdi… Dönüş yolunda, TEM’de sağımızdan ve solumuzdan şahlanan motorlarla ‘birbirimizin üstüne çıkmadan’ eve kadar yolculuk yapmak yarıştan daha fazla zevk verdi… : )) En kısa sürede, Hondanın Motosiklet eğitim merkezinde eğitilmeye karar verdim!!!! Yok bu böyle arabayla-marabayla olmayacak… rüzgarı filanda hissetmek gerekiyor… : ))

Doğum kontrol hapındaki östrojen klozetten denize ulaşmış, doğanın aklı karışmış...!!!

Amerika’da erkek balıkların efemineleştiği, erkek timsahların penis boylarının kısaldığını gören bilimadamları oturup nedenini araştırmışlar... Yapılan testlerde hayvanların östrojen seviyesinin artıp, testosteron seviyesinin düştüğü saptanmış.
Buna, tuvaletten kanalizasyona, ordan denize ulşan menepoz ilaçları ve doğum kontrol haplarının neden olduğu düşünülüyor...
Yiyeceklerde kullanılan bazı koruyucu maddeler, kokular, deterjanlar, tatlandırıcılar, ilaçlar gibi kimyasal bileşikler endüstriyel, tarımsal veya evsel atıklar yoluyla doğaya karışıp sadece balıkları, timsahları etkilemiyor bizleri de etkiliyormuş...
Bunun için bilim adamlarının bizler üzerinde test yapmasına gerek yok, Artık her dergide, ekranda ve çevremizde efeminen erkekler görüyoruz! Bir erkek bir kadından daha tüysüz, bakımlı ve masum, bebek gibi bir yüze sahip olabilirmi? Ama oluyor...
AAAAaaaa.... Erkeklerimiz elden gidiyor!!!! Evet Amozonların yaşadığı bir şehirde, onlardan bilmem kaç sene sonra doğmuş olsam da, dünya üzerindeki erkek türlerin DDT, PCB, TBT diye adlandırılan tarımsal, kimyasal, östrojensellerle yok olmasına gönlüm razı gelmiyor....
Balık olsun, timsah olsun, insan olsun, Erkek neslinin yok olmaması için ben tedavimi ret etmeyi, ve tüm kimyasal içerikli maddeleri kullanmayı bırakmayı düşünüyorum...
Erkek nesli için, östrojen almayacağım! (tedaviden kaçmak için bundan daha güzel bir bahane hayatta bulamazdım)
Gelin hep birlikte erkek türlerini kurtaralım! Evlerimizdeki, iş yerlerimizdeki kimyasalları yok edelim bir daha elimizi sürmeyelim... Memleketimizin erkek türlerini, amerikan timsahlarının ve balıklarının başına gelenden koruyalım....
:ppp

Kapalı MR deneyimi...

Hiç MR deneyimi yaşadınız mı? Yaşamadıysanız üzülmeyin, ben yaşadığım deneyimi sizlerle paylaşacağım ve öğreneceksiniz nasıl bişi olduğunu...Geçenlerde, sabahın köründe karga şeyini şey etmediği bi saatte MR çektirme deneyimi yaşadım. Sonunda boyun fıtığımın derecesini öğrenebilmek için...

Aman aman MR denilen zımbırtı ölmeden mezara girmekle aynı şeymiş...Daracık bir yatağa yarı çıplak yatıyorsunuz, altınızdaki yatak daracık tünele ilerlerken daha önce hiç farkında olmadığınız kapalı yerde kalma fobinizin olduğunu aniden keşfediyorsunuz. Harika bir şey bu !!!

Tünelin içine girmeden az önce, görevli ‘makinenin sesini duyduğunuzda sakın yutkunmayın’ dedi. Bende tamam dedim, bu tünelde kıpırdamadan kalmaya dayanabilirim, birkaç dakika da yutkunmadan durabilir ve ses kesilince de yutkunurum diye düşünerek tünelin içine girdim... İlk başta duyduğum seslerin birşey olmadığını, beni yerimden hoplatan kulaklarımı sağır eden ‘ Alooooo bu aletin volumu molumu yokmuuuuuuuuuuuuuu...’ diye içimden haykırmama neden olan gürültüyle anladım.

Resmen O haaa Ohaaaa’lık tı... Tam 3 defa her seferinde şimdi başlayacak ses korkma korkma dememe rağmen hepsinde zıpladım. Boynumdan tünele bağlı bir şekilde zıplamanın ne kadar zor olduğunu tahmin edemezsiniz... görüntülerimin tatmin edici olacağını sanmıyorum...

Ve inadına yutkunma isteği, yutkunmayın dediler ya, tükürük bezlerim hiç çalışmadıkları kadar çalıştılar, tükürük ürettiler...tanrım mezar bu mu demekmiş, ölmeden mezara girmek bu mu oluyormuş, buradan çıkınca sigarayı bırakıcam ve buraya düşeceğim tüm hastalıklardan kendimi sakınacağım diye söz vere vere 20 dk geçirdim.

Yaw bu alet ses dalgası zımbırtısı prensibiyle çalışıyor tamam da... İnsanın kulakları ve iç organları helak oluyor... Teknoloji, bilim, mühendislik ilerlemedi mi? Yapamıyorlar mı şunun ‘vıızzzzz, vıızzz, arııı vııız vız vız...’ çalışanını!

Bütün gün sağır olarak dolanıp durdum. Herşeyi yanlış anlayıp yanıtladım. Çok eğlenceliydi Manyetik etki altındayım kusurabakmayın dedim. Bu arada siz siz olun kulaklarınıza tıkaç isteyin ve tam değil yarım MR aletini tercih edin... Ve Asmalı Konak’taki gibi sesiyle destek ve moral verecek bi Seymen Ağanız olmadan çektirmeyin... :)

Formula 1 izlemeye giderken oturulacak yere göre kesinlikle alınacaklar/yapılacaklar:

A- üstü açık (silver) tribünde izleyenler için:
1- şemsiye
2- şort
3- bikini
4- güneş kremi
5- yerlere kadar inen yağmurluk
6- şapka
7- yiyecek-içecek çantası- şu soğutuculu olanlardan. İçi bira-su dolu olacak
8- dürbün
9- kulak tıkacı
10- tuttuğunuz takımın ıvır zıvırları...
11- Ayakta durup, görmenizi engelleyenlerin kafasına vurmak için güçlü ve uzun bi sopa!



B- açık alanda (bronz) izleyenler için:
Yine yukarda sayılanların hepsi ama bu sefer oturmak için şezlong ve bahçe şemsiyelerinden



C- üstü kapalı (gold) tribünde izleyenler içinPek bişi gerekmiyooooo.... Ama yine ufak bi içecek çantası ve dürbün almakta fayda var.



D- Padok club’ta izleyenler içinPadok ve pite iniş kartı kesinlikle evde unutulmamalı! Şık kıyafetler... bayanlar için uçuşan şifon elbiseler, yüksek ötesi terlikler, sağa sola sallanan yapılı saçlar, erkeklerin yakışıklı ve iyi giyimli olmalarına gerek yok. Önemli ve paralı şahsiyet olmaları yeter! Non-stop ikram edilen şampanyaya dayanıklılık... Davet edildiğiniz takım/sponsor firma hiçbir yerde bulamayacağınız eşantiyonlardan veriyor... Biraz aç gözlü olup eşe dosta alma kabiliyeti...:p

2005 İstanbul Park...

1-Otoparkların zemini toprak. (Padok dahil-güya bir zemin kaplaması var ama yinede üstünüz başınız toz içinde kalıyorsunuz) Dün şiddetli bir yağmur yağsaydı arabaların hepsi saplandıkları yerde kalacaklardı. Tesisler ve pist çok güzel ama genel olarak çorak bir görünüm vardı...
2-Ana tribün önündeki yeme-içme alışveriş çadırları çok kalabalıktı. Kalabalıktan kasaları bulmak çok zordu. Kasaların nerede olduğunu gösteren yukarıdan sarkan işaretler şarttı.
3-Diğer tribünlerim önünde sadece 1 tane yeme-içme çadırı vardı ve talebi karşılamakta yetersiz kalıyordu. Yine yönlendirme sorunu vardı. Hangi sıra neyin bilmeden/ öğrenemeden 1 saate yakın sırada bekliyordunuz. (ben sabırsız olduğum için yarış başlar başlamaz önü boşalınca gidip tüm yeme-içme ihtiyacımı karşıladım)
4-Cumartesi günü temiz olan tuvaletler, yarış günü çığırından çıktı. Bir ara sular kesildi. Tuvalet kağıtlarının çöpe atılmamasından dolayı tuvaletler tıkandı... temizlik görevlileri ortadan kayboldular...(Ne zaman bişeyi %100 tam yapacağız merak ediyorum... su olur elektrik olmaz, o olur bu olmaz...vs.)
5-Yarış bittikten sonra, otobüsle gelenler ciddi sorun yaşadılar. Trafik sıkışıklığı yüzünden ring sefer yapamayan otobüsler, Otoparktaki aracına gitmeye çalışanı da biz durak alanına gideni de...kimseyi almadılar.
6- Trafiği aksatan sorunlardan biri yaya yollarının olmayışı. Yayalarla arabalar aynı yoldan gitmeye çalıştığı için trafik akamadı. Otoparkın çiti ve araç yolu... arada yürümek için hiç alan yoktu.
7-İster padok ister tribun seyircisi olsun, herkes otoparkta sıcağın altında 1 saat beklemek zorunda kaldı... Parası olan helikopterlerle transfer edildi... Ceplerimi çok karıştırdım ama, 3000 dolar çıkaramadım... :)
8-Haritalar eksikti. Duraklar gösterilmemişti. Ne jandarma, ne güvenlikçi çocuklar ne de İETT şoförleri kimse Anadolu ve Avrupa yakasına giden otobüslerin nereden kalkacağını bilmiyordu...Hiç işaret yoktu. Yanlış yönlendirme yüzünden yayan olarak pist etrafında tur atmak zorunda kaldık. Benim tur zamanım 1 saatti... : )))))))))))))
9- İETT şoförlerinden bazıları yolları bilmiyormuş!!!! Cumartesi günü bir şoför yolu kaybetmiş, çevredekilere sorarak yolu bulmuş, otobüstekiler adamı dövüyorlarmış az kalsın. Dün Dönüşte de bizim şoför, E-5’ten gitmesi gerekirken bizi Sabiha Gökçen’in önüne çıkardı, havalimanının önünden ‘U’ çekip Tem’e girdi...
10-Kısaca kazasız belasız gittik-döndük ama alanda görevli olan bir çok kişi ‘Ne nerde- nereye nasıl gidilir- en son bus kaçta’... bilmiyordu. Hadi biz Türküz, ama yabancılar çok zorlandılar. Elimden gelen Türk misafir perverliğini göstererek arkamda ciddi bir ‘Taksim’e gidecek otobüsleri bulmaya çalışan turist’ kafilesi oluşturdum... Sağ salim onları ve kendimi saat 7 sularında otobüslere bindirdim. Ben Fin’lilerin çoğunlukta olduğu bir buscıkta, ‘Kimi, Kimiii, Kimiiii’ diye tezahürat yaparak ve votkalarına ortak olarak , otobüsün camlarından kafamızı, kollarımızı çıkararak sigara içerek İstanbul’a geldim! (galiba Finlandiya’ya gelin gideceğim ...: ))) ) TD açık olsaydı, Finli arkadaşlarımı alıp gelecektim... Ucuz yırttınız...

18 ağustos 2006

Zor bir gündü…
Sevdiğim/sevdiğimiz birisini toprağa verdik…
Zordu…
Yatağıma uzanmış Daniel Barenboim yönetiminde ki ‘Doğu-Batı Divanı’nın konserini izliyorum… Belki yüreğimdeki o bildik tarifi imkansız acıyı- sıkıntıyı biraz olsun hafifletir diye…
İsrailli ve Ortadoğulu genç müzisyenler aynı sahnedeler… yaşadıkları topraklarda bırak aynı sahneyi aynı havayı bile solumaları imkansız…
Onlar barışa çalarken birileri canları çalıyor…


Hayat işte…


Beethoven’ın Leonore Uvertürü… Gözlerimi kapıyorum…
PAAT PAAAT…
Açık balkon kapısından içeriye patlayan havai fişeklerin sesi geliyor…
Birileri mutlu…
Birileri yeni kurulan yuvasına gülüyor…
Birileri mutluluğunu tüm İstanbul’a haykırıyor…
Birileri mutsuz…
Birileri dağılan yuvasına ağlıyor…
Birileri yüreğindeki acıyı İstanbul’a haykırmak istiyor…


Hayat işte…


Babamın öldüğü gün teyzemin doğum günü…
Eniştesini sabah Londra’ya uğurlayıp, uzun hafta sonu partisine gidecekken…
Arkada sessizce yatan eniştesiyle yol yapıyor…
Teyzemin doğum günü, komşumuzun oğullarının sünneti…
Tüm gün nedenini bilmeden evden uzaklaştırılmış, akşam üstü eve getirilen ben, bahçede neşeyle koşuşturan, eğlenen arkadaşlarımı görüyorum…
Onlarla oynamama izin vermiyorlar…
Nasılsa akşam azacağız diyorum…
Apartmandan içeri girdiğimizde tuhaf bir uğultu var…
Ev kalabalık… Sünnet bizde mi olacak acaba?
Annem beni odama götürüyor…
Aşağıdan gelen eğlenen mutlu çocuk seslerine hıçkırıklarım karışıyor…


Hayat işte…


18 sene sonra
Babamın öldüğü gün, teyzemin doğum günü…
Teyzemi senelerdir kutlamadığı doğum gününü kutlamak için ikna etmişim…
Kutlanırken…
İkiz kuleler yerle bir oluyor…

Hayat işte…

Schubert’in alabalık beşlisini çalıyorlar… gevşemeye başladım, yüreğimdeki sıkıntı hafiflemeye, kalp atışlarım düzene girmeye başladı…


PAAAT PAAAT
Birilerinin fişekleri boğazın sularında
Birilerinin ki yüreklerinde patlıyor…

Hayat işte…


Ateş düştüğü yeri yakıyor…
Ama basit bir sigara yanığı gibi geçici, iyileşir olamıyor…
Ateş düştüğü yeri yakıyor…


Biri gülerken diğeri ağlıyor…
Gülen ve ağlayan mask gibi…
Hayat bir sahne…
Rolü biten gidiyor…
Hayat sahnesine çıkarken, hiç birimizin aklına uzuuun bir kontrat yapmak gelmiyor. Sadece hayat sahnesine çıkmak o kadar çok istiyoruz ki…

(Altın saçlı sony'ye)

Bir Atıf Yılmaz Filmi…

Onunla tanıştığımda lise sondaydım…Heykeltıraş olucam diye tutturmuştum. Mimar Sinan’ın sınavına girmek için İstanbul’a gelmiştim…
Arifte’yiz…
Amcam, Rutkay Aziz, Atıf bey ve ben oturuyoruz…
Konuşulan konu benim…
Amcam para kazanacağım bir eğitim almamı istiyor, ve isteksizce beni desteklediğini ama mimarlık okursam zaten ilgim olan her şeyle ilgilenebileceğimi bana anlatamadığını anlatıyor…Ben asi kızı oynuyorum, meslek seçimim-eğitimimden çok akşamki Carlos Santana konserinde aklım…
Atıf bey ton ton edasıyla ‘bırakın diyor, girsin sınava hevesini alsın, üstüne gitmeyin, doğru kararı verecektir…evet haklısınız mimarlık okursa…’
Atıf beyle Arifte-Zihni’de çok oturduk beraber…
İçkisini içtim, yemeğini yedim, hayran hayran hayatı, sanatı ve sinemayı anlatmasını dinledim…Sohbeti nasıl keyifliydi…
Dinlerdim…dinlemeye doyamazdım…
Zaman geçti okul bitti, İstanbul’a döndüm… Arif’e eskisi kadar sık gitmemeye başladım…Amcam ve arkadaşlarıyla sessizce oturup, dinleyen küçük kız değildim artık…hayatı, günü keyifle içerek, sohbet ederek sonlamak yerine kendi arkadaşlarımla eğlenmek istiyordum… satır aralarında ki hayat dersleri cazip gelmiyordu artık…
En son 2 sene önce gördüm onu…Arif’te…Kadınlar masasındaydı…Hiç sevmezdi masada sırf erkek olmasını… ‘yine erkek masası oldu’ der kalkar kadınlar masasına otururdu…
Öldüğünü Cuma akşamı td dönüşü öğrendim… İçim burkuldu… Geçmiş geldi birden aklıma…Yapılan keyifli sohbetler, çekilen filmler, filmlerin perde arkası…
Pazar sabahı Emek Sinemasındaydım… Nebil Özgentürk’ün hazırladığı ve daha önce yayınlanmış olan ‘Bir Yudum İnsan : Atıf Yılmaz’ belgeselinin bir bölümü izlendi ve çalışma arkadaşları, sevenleri sahneye çıkıp konuştular…
Kadın oyuncuları, dostumuzu, sevgilimizi kaybettik dediler…
O kadınları çok severdi biz de onu…
Kadınları ağlıyordu…
Çalışma arkadaşları onun hakkında öyle güzel şeyler söylüyorlardı ki…
İş yaşamındaki 3 prensibi…
Sevmek
Disiplin
Ve açıkça fikrini beyan etmek…
Başkalarının fikirlerine açık, çektiği film hakkında ‘sonunu beceremedim’ diyecek ve röportaj verecek kadar kendiyle barışık,
Yaptığı işi ‘benim’ diyerek sahiplenmeyip paylaşan,Bale, opera, tiyatro… sanat aşığı bir insan…Öyle bir usta ki, yeni gelenler sinemaya ve bize çok şey katacak, öğretecek diyebilen…
Dün hem Emek Sinemasında ki törende hem de Teşvikiye Caminde ve mezarlıktaydım…
Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı olduğundan çok, onun sinemasıyla büyümüş bir sinema sever olarak oradaydım…
Keşke daha çok insan katılsaydı…
Bir Atıf Yılmaz Filmi : 05.05.2006 SON:((

Sarışın ve güzel kadın musalla taşında…

25 Şubat 2006 saat 11.40
Esneyerek yataktan kalkıp salona gittim.
Masanın üzerinde bir not ve gazete parçası…
Annem yine benim için bir etkinlik haberi kesip koymuş herhalde diyerek elimi uzattım; notu okudum…
Okur okumaz sandalyeye çöküyorum…
Yoo hayır..!Başaramamış olmazsın…Hayır..
Gazete parçasını yeniden elime alıyorum ve okuyorum…

24.02.2006 günü hakkın rahmetine…
Teşvikiye Cami’nde kılınacak öğle namazını müteakiben…

Hayır..
Pes etmiş olamazsın…
Etmişsin..
Öğle namazı…
Lanet olsun saat kaç?
11.50…
Öğle namazı…
Öğle…
Ağlamayı bırak üstünü giy, çabuk !

Koş!
Koşuyorum, koşuyorum ama Kalıpçı yokuşu bitmek bilmiyor…
Ne bitmek bilmeyen yokuş…
Koş… Koş...

Avluya giriyorum
Ordasın
Musalla taşında

Duruyorsun
Sen ve durmak
Ağlıyorum
Etrafıma bakınıyorum
Yakışıklı oğlunu görüyorum…
MetanetliDimdik başında

Ben hıçkırıyorum
Benim güçsüzlüğüm onu güçlülüğü
Utanıp köşeye saklanıyorum
Sana bakıyorum

Ordasın ve duruyorsun
Sen ve durmak…
Ağlıyorum

Seninle ne zaman tanışmıştık?
Hangi konserde?
AKM, İtalyan Kültür, Avusturya Kültür, Reasürans, Alman Konsolosluğu?
Birinde biri ama hangisi…
Alman Konsolosluğu…

Kıpır kıpır, neşeli, pozitif enerji yayan, eğlenceli, güzel ve akıllı sarışın kadın…
Annemden çok benim arkadaşım olan kadın…

Sarışın ve güzel kadın
Musalla taşında

Nişantaşı’nın altını üstüne getirirdik…
Konserlerden sonra nasıl eğlenirdik…
Birlikte curisela dünyayı gezecektik…

Sarışın ve güzel kadın
Musalla taşında

Yeşil gözlerini kocaman açıp, dudaklarını büzerek Oziii diye seslenirdin bana…
Bulunduğumuz ortamdaki herkes bana döner bakardı…

Sarışın ve güzel kadın
Musalla taşında

Rumeli caddesindeki küçük sevimli muayenehanende sohbet etmekten dişlerimi tedavi edemezdin…
Gönül acısı geçer ama zaman alır derdin…geçecek sabret…
Beni dinlerdin…
Gönlümü eğlemem için uğraşırdın…

Sarışın ve güzel kadın
Musalla taşında
AğlıyorumBaş ucuna geliyorum
En son ne zaman görmüştüm seni…
Yargıcı’da…
Oziiiiiiii diye seslenmiştin bana…
Seni öyle görmeye dayanamayıp kaçmıştım…
Bekle beni demiştin, bekle…
Yapamamıştım…

Sarışın ve güzel kadın
Musalla taşında
Veda etmek ne kadar zor…

Sarışın ve güzel kadın
Musalla taşında
Teşvikiye Caminden bir gün sevdiğim birisini uğurlayacağım aklıma gelmezdi…
İmam soruyor hakkınızı helal ediyormusunuz?
Hıçkırıyorum…

Sarışın ve güzel kadın
Musalla taşında
Yapamam, gelemem… isteme benden…
Camide ayrılalım…
Göremem seni beyaz kumaşlarda…
Ben renkli çoraplarınla seni görmeye alışığım…

Sarışın ve güzel kadın
Musalla taşında
Gidiyorsun…
Gittin…
Ben avludayımAğlıyorum

...

nabız:
72
68
64
.
.
.
Hayatın papuk ipliğine bağlı olduğu geyiği...
68
ve
72
Alınan rahat bir nefes ve oh...

Can vermenin kolay olmadığı geyiği...Sevdiğin şeylerden yaşarken vaz geçemezken, vaz geçip yitip gitmek kolay mı?Can vermek kadar canlanmakta kolay değil... değil mi?

Milyonlarca sperm ve yumurta... hayat bulmak için yüzüyorlar...Sadece vermek değil canlanmakta zor... değil mi?Sabahın 4'de felsefe yapıcak, düşünecek bir konu değil... Hele benim mantığımdan çok uykum varken hiç değil...

Bir inleme sesi...Odada hem ölüme hem yaşama edilen dilekler...
Umutlar karışık...
Sezsizlikte dinlenen nefes ve açık 4 çift göz...Uyku tatlı... uyumamalı... Hayat gözler açıkken vardır belkide...
Sigara içmeli...İçmemek gerektiğini bilmeye rağmen...
Sabahın ayazında teras...Tütünümün kırmızısına, fırtınadan sığınan gemilerin ışıkları karışıyor...
Karadenizden esen ayaz içimi titretiyor...
Kahveden daha ayıltıcı...

Sezsiz bir koşuşturmacanın sesleri geliyor...
Bir umut söndü...
Yitirlmiş umutlar içerde ben dışarda umutla şişirdiim ciğerlerime tütünümü çekiyorum...
Bu gece olmayacak biliyorum...
Hayat devam ediyor. Umut ciğerlerime doluyor...
Karadenizin ayazında dolunay bana göz kırpıyor...
Bende ona...
;)

*Sarışının adı, esmerin tadı...

Tam bir genelleme olmasa da erkekler, sarışın sever, ister...Listenin başında sarışınlar gelir sonra esmerler...Peki kumrallar ve kızıllar? valla ben hiç duymadım, kumral hatun hayal eden isteyen bir erkek...Sarışınlardan, esmerlerden darbeyi yiyen yaralı bir kuş misali gibi gelir bize sığınır. İyileşince de uçar gider...En yakın erkek arkadaşım sarışın hastasıdır. Tüm üniversite hayatımız ona sarışının hatun bulmaca ve ayarlamacayla geçti... Sarışın takıntısının yarı Alman olmasıyla bir alakası olabileceğini ve Hitler’in üstün ırk projesini devam ettirme arzusundan kaynaklandığını düşünmüşümdür hep... Her neyse dostum bir sarışınla evlendi ve 2 sene sonrada boşandı. Ben boşanma nedenlerini yengenin ‘orcinal’ sarışın olmamasına bağladım. Boya sarışın gerçeği kadar olmuyor işte...

Suni sarışınların sayısı dünyadaki gerçek sarışınların sayısından fazla olmasına rağmen nedir abi bu sarışın merakı, arzusu derken cevabı buldum...

Sarı saçın çekiciliği saçın inceliğinden kaynaklanıyormuş ! Sarı saçlıların saç telleri ince telliymiş... İnce telli sarı saçlar okşandığında ele daha yumuşak gelmekte ve bu da cinsel temas sırasında daha çekici olmaktaymış !!!

Piyasada ki bir sürü yumuşatıcı krem malesef, sarışınların ince telliliğini sağlayamadığından ilk raundu kaybediyoruz...

Erkekler parmaklarını kadınların saçları arasında dolaştırırken veya yanaklarını kadınların saçları üzerinde gezdirirken, saçların yumuşaklığı kadın vücudunun yuvarlak ve yumuşak hatlarını çağrıştırmaktaymış !!!
Ba baa baaa bak sen ! Bende adam beni seviyo, şevkatle saçlarımı okşuyo derken meğersem, saçlarımdan vücudumun yuvarlaklığı ve yumuşaklığını anlamaya çalışıyomuş !!! Vay namussuz, ırz düşmanı sappık ! Bidaha ben elletirim o saçları !

Saça dokunulduğunda çağrışan yuvarlak ve yumuşaklıkta sarışınlar, esmer veya kızıl saçlılara kıyasla daha kadınsılarmış ! Eheeee koca memeli, kan kırmızı rujlu esmerler... istediğiniz kadar yuvarlak hatlarınız olsun, isterseniz top gibi olun, sarışınlar sizden daha kadınsıymış !!!

Bir raund daha kaybediliyo; Sarışınların kadınsılığı açışından bakıldığında, tüm vücut için aynı şey geçerliymiş. Sarışınların teni yumuşacık ve pürüzsüzken, esmerler vücutlarındaki tüyler yüzünden bu pürüzsüzlüğe sahip değillermiş...

Şimdi sarışınlar gibi yumuş yumuş olucam diyerek; piyasadaki tüm yumuşatıcıları ve yün şampuanlarını küvete döküp 1 saat suda beklemek yumuşak olmak için bi çözüm olabilir... Tüm vücuda o haa paralar ödeyerek epilasyon yaptırmakta... Hatta saçları, kaşları tüm vücut tüylerini boyatmak ta... Ama bu sadece görsel anlamda işe yarayan bir şey. Ne yaparsak yapalım sarışınların o doğuştan sahip oldukları yumuşaklığa sahip olamayacağımızdan ancak ‘gibi’ olacağımızdan şansımız yoookmuş !!!

Ha bide sarışınlar esmerlere göre daha genç ve çocuksu göründüklerinden, erkekler genellikle koru beni sinyali veren kadınları tercih ettiklerinden sarışınlar tercih ediliyormuş...

Abi sarışınlar ya ölecek ya ölecek bu durumda !Ben istediğim kadar yumuş yumuş, masum, bebek yüzlü olim adam yine sarışına gidecek ! Dünya yüzünden orcinal sarışınlar yok olacak belki ama erkekimi kaptırmamış olacağım ! 1960’lı yılarda birisi şöyle bir yorumda bulunmuş: ‘Eğer bir erkek bir kadın hakkında ciddi düşünüyorsa, onun doğal olmasını ister. Suni görünümlü olan hiçbir şey ciddi düşünen bir erkeği çekmez... Yani bir erkek metres olarak bir sarışını, eş olarak ise esmer bir kadını tercih eder. Esmerler daha dürüst ve güvenilir kişilerdir’. Demiş...Bakın sapına kadar feminist olanları bırakın hiç feminist olmayanları bile dellendirecek söylemlerde de kumral ve kızıllardan bahseden yok !
Ama bir şeyi gözden kaçırıyorsunuz; Sarışınlar ince telli saçlı, doğuştan pürüzsüz tenli, esmerler dürüst ve güvelilir olmalarının yanında sert tüylü olabilirler ama kumral ve kızıllar ikisinin ortasında bambaşka bir lezzette, tatta (neye benzetsem bilemedim, sakızlı muhallebi kıvamında desem?) ne metres, ne eş olabilecek, dır dır yapmadan, vıdı vıdı etmeden, bana onu al bunu ver demeden sadece hayatı yaşamanıza, eğlenmenize ve keyfi, neşeyi tatmanıza neden olabilecek orta karar pürüzsüzlük ve yumuşaklıktalar...

Bunu bi dikkate alın derim ben... Sarışın metresin pürüzsüzlüğü ama bitmeyen kürk masrafı, Dürüst esmer eşinizin sert tüyleri ve vıdı vıdısının yanında hayatı yaşayabileceğiniz size afacan çocuk edasıyla göz kırpan, bambaşka bir lezzet ve tattaki kumrallar ve kızıllar... hııım ?
Sarışınların pürüzsüzlüğüne sahip olmayanlar üzülmeyin. Sarışın olmayan bilimciler, kimyacılar sayesinde teknoloji, bilim, kozmetik emrimizde… artık bi sürü yumuş yumuş olmayı sağlayan ürün var, Nivea’nın bebe yağları, bodyshop’un body butterları, L’occıtane’ın badem yağları...Yumuşamak, yumuşaklık kolay... Hem indirim zamanı zaten... Alın depolayın ürünleri... İster gül, ister mango gibi kokan yumuş yumuş bi teniniz olsun ! Sarışınlarda çatlasın !Hıh !:p

*Bana keyif veren, eğlendirirken öğreten Zoolog Desmond Morris’ten alıntılar.