Ozborn'dan Merhaba...

Ortaya karışık, akla, yüreğe ne düşerse buraçta...

Etiketler

29 Nisan 2008 Salı

Memleketin KGS-OGS çilesi...

Pazar gününden beri İstanbul köprü çilesi yaşıyor...
Hoş hep yaşıyor ama bu sefer ki farklı bir çile...
II. Köprüde de artık nakit geçerli olmadığından yaşanıyor bu çile...

Ekranlar iki gündür köprüden manzaralarla dolu...
Haber merkezleri trafik çilesi çekenleri, çektiren diye suçluyor birde suçlamakla kalmayıp onlarla alay ediyorlar...

İstanbulluyum. Arabam var.
Ama kullanıyormuyum?
Hayır!
En zor park yeri bulunan, şehrin en pahallı otoparklarına evsahipliği yapan Nişantaşlıyım...
İşe gel, otoparka para öde, eve git, para öde, gezmeye git para öde...
Öde de öde...
Hani bi reklam var son günlerde ekranlarda... paraları savuruyorlar... İstanbul'da arabanın olması demek, o reklam filmindeki gibi paraları savurman demek !

40 yılda bir arabamı kullanıyorum...
Tekirdağ'a büyük amcamı ziyarete gittiğim senede 1 veya 2, Formula 1 için Tuzla'ya giderken ki o zamanda sadece antreman ve sıralama turları günlerinde, yarış günü toplu ulaşım araçlarını tercih ediyorum, İKEA Bayrampaşada açılana kadar senede 2 defa...

Bumudur abi?
Budur !
Bana ne OGS ne KGS lazım !
Karşıya senede 4 defa anca geçen birisi için, ücretli olmasına rağmen her yeri yama içinde olan TEM'de 1 saatlik yol yapmak için nakit ödemek benim işime gelen birşey...

Haberlerde soruyorlar, İstanbullumusunuz?
Evet
OGS'niz veya KGS'niz yok ! Aaaaaaa !!!
Ne Aaaası lan !
Senede 1-2 defa karşıya geçen için devletin lüzumsuzca kart aldırması asıl 'Aaaa...'lık bir durum !

Anadoludan gelen garibanın ne suçu, ne günahı var?
Adamın işi olmuş gelmiş arabasıyla... Dönecek geriye sen ona illa kart diyorsun... Adam soruyor tek seferlik yok mu diye... Yok canım yoook ! Eskiden devletin malı deniz yemeyen domuzdu, şimdi halkın parası deniz yemeyen.... devri olduğundan alacaklar paranı ! İstanbul hatırası diye saklayacaksın kartını...

Ukalalık etmeyi hiç sevmem ama, İngiltere'de de, Amerika'da da otobanda seyahat etmişliğimiz, ücret ödemişliğimiz var. Gişelerde adam yok. Turuncu bir sepete paranı atıyorsun geçiyorsun... Bizim memlekette atmaktan çok çalmak olacağından söz konusu bile olamaz ama, kart-mart yok hiç biryerde !!!

İstanbul'a gelenden illa para alacağım diyorsan, Newyork'un gelenden-çıkandan kestiği vergi benzeri birşeyi uygula. Otobüs-tren fark etmiyor... Bilet ücretine ekliyor vergiyi... Ulan geldik şehrinize, gezdik, para harcadık desende yoooo diyor, bu şehre ayak bastı paranı ve giderkende yediklerini içtiklerini, .... ettiklerinin temizleme parasını alıcam !

Haksızlık, büyük haksızlık !
Anadoludan gelenin suçu ne?
Benim gibi 40 yılda bir karşıya geçenin suçu ne?

Köprülerden, yollardan alınan paralar kime ve nereye gidiyor?
3 lira veriyorum, Tekirdağ'a gidiyorum, yamalardan zig zag çiziyorum ! Ne o yurup tıransit motor... Hadi leeeeyn !

Memleketin her yeri sanki çift gidiş geliş otoban doluda... KGS-OGS her yerde kullanılabilirmiş gibi de...

Onuda geçtim, İstanbullusun ya alacaksın... almazsan nasıl İstanbullusun sen?

Böyle İstanbulluyum ben !!!
Ekranlarda ahkam kesen habercilerden daha bi İstanbulluyum... Atalarımın seceresini çıkartıp burunlarına sokucam !!! Kaç nesil İstanbulluymuşuz... Yaaa ama kartım yok !!!

En güzel çözüm fişlemek !
Tüm araçların kayıtı yokmu?
Ordan burdan geçerken plakayı okusun aletler, sene sonunda da kaç lira borcum varmış diyip ödeyelim...
Trafik borcu nasıl internette çıkıyorsa... Bu da plakadan, ruhsat bilgilerinden girilip bulunsun. Bir kere geçen 1 kere, milyon defa geçen milyon kere ödesin sene sonunda veya ortasında !!!

Birşeyi yaptım oldu mantığıyla yapan ülkem benim...
Azcık daha geniş düşünülse...
İstanbul tarfiğini rahatlatıcam diye, günahsızların günahına girilmese...

Dimi?
Olmaaaaaaz !
Susun böyle...
Ensenize vurup daha neler edecekler !
Ödeyin KGS-OGS...

26 Nisan 2008 Cumartesi

Alaman kuzuları...

Bir arkadaşım onlara öyle diyor...
Hıım hıım leziz ve pembeler...
Seviyorum ama çok susatıyor...
Neden mi bahsediyorum Domuzcuklardan !
pig.jpg

Bilim insanları oturmuşlar incelemişler domuzcukların süper zeki yaratıklar olduklarını keşfetmişler ! Öyle böyle değil zekilikleri... Maymunları bilem geride bırakmış pembiş yağ tulumları...

Örnek mi;

Portatif bir deliğe topu sokması isteniyor yağ tulumundan... Burnuyla itiyor topu deliğe, sokamayıncada portatif deliği kaldırıyor ve topun üstüne koyuyor !!! Sorun karşısında pes etmeyip çözüm üretiyor !!!

Bilim insanları inceleme yaparken bizim vücutlarla aynı özelliklere sahip olduklarını da görmüşler...
Kalp desen aynı...
Ciğerdi, kalpti bilmem neydi... insanla neredeyse aynı yerde ve boyutta...
Walla maymun soyundan geldiğimi düşünüp, az kıllı bir maymuna benzetilmeyi domuza benzetilmeye etrcih ederim ben şahsen !!! Tamam arada gülerken çıkardığım sesler domuzcuk sesine benzeyebilir... Ama o kadar benzerlik yeter bence !!!

Yapılan incelemelerde kalplerinin, gözlerinin, hücrelerinin, beyinlerinin insanlığa derman nitelikte olduğu görünmüş !!!

Kalp naklinde artık domuz kalbi sıradan bişey olacakken asıl önemli gelişme parkinson hastaalrı içinmiş !!! Domuzcuk beyni parkinsonlulara derman ötesi olacakmış !!!

Cinyıs Alaman kuzucuklarının cinyıslıklarını sergileyen show grupları varmış Amerikada !!!
Bir taşla iki kuş...
Çıkar sahneye yaptırt showu... Heyvan yaşlanıncada kes ye !!! Miss gibi iş... girişimci arkadaşlara tavsiye ederim walla !!!

En çok pembiş yağ tulumu Alaman kuzucukların hep aynı mememeden içmelerine çok şaşırmış bilim insanları ! Veletleri işaretliyorlar, annelerinin yanından alıp akıllarını karıştırıyorlar ve annelerinin yanına koydukalrında veletler kendi memelerini buluyor !!!

En akıllı heyvan olan insanın eniği, topu topu 2 meme olmasına rağmen bulamaz walla !!!
Hangi memeydi leen benim ki der !!!

Yakında sağlık sebebiyle evinde domuzcuk besleyen çok insan görecekmişiz gibi geliyor...
Balkonlarda, apartmanların arka bahçelerinde...

Diyanette bi fetva yayınlar artık... yemek haram, kalp olarak takmak sevaptır diye... :p

-Abi bu kadar domuzu napıcan?
-Yaşlanınca kalp hastası olursam diye...
-Hepsi bunun için mi?
-Yok canım, Pembe kızı karıma aldım, katarak olursa diye... Ayşe'yi kayınço için aldım parkinson olma ihtimali var diye... Şurda ki eşe dosta bi fincan kahve misali vermek için...
-Haaaa...
-Ah ah asıl ilk aldığım Abdülrezak vardı onu görecektin 4 ton filandı... Çok yaşlandı diye geçen kurban kestik...

!!!

Eeee ne duruyosunuz?
Amerikada organ nakli sırası bekleyen bi sürü insan domuzlar üzerindeki çalışmaların bitmesini bekliyor... Domuz fiyatları artmadan alın 3-5... Pembiş yağ tulumlarının herşeyi yararlı... Gözünü gözüne kullan, kalbini kalbine... kalan etleri doktor mındar etmediyse ye !

Koork koork kooork !!!

25 Nisan 2008 Cuma

Egosuz, kaprisissiz müşteri...

Sabahları mızmızın, huysuzun alla hıyımdır.
Beğenmem her kahvaltıyı... Hani ... ye denen tipler vardır ya bazen onlardan olurum.

Gözümü açar açmaz bişi yiyemem...
Önce kahvemi içicem ağır ağır yanındada sigaramı...
Sonra kahvaltı... Ama kahvaltıda da her gün aynı şey olmicak... Mümkünse açık büfe zenginliğinde olsun (Babam padişah anam sultandıya... o bakımdan )ben hıım hıım diyip ruhuma göre seçivereyim...

Bu arzum bitek tatillerde oteller sayesinde oluyor! :(
Evde en az 3 çeşit peynir, uno kepekli ekmek, zeytin, nestle fit zımbırtısı şanslıysam puaça , arada da babadan kalma alışkanlık havyar klasik kahvaltı menümüz... Çüşiiiim dimi...ki bu hafta içi menüsü... Nankörüm işte... çiğ süt emmişim işte ! :p

Sabahları pastane ürünü yemeği seviyorum. Hele geç kalınca ofiste en güzel kahvaltı onlarla oluyor. Yeni eve taşındığımızdan beri peleki'nin sabah müşterisiyim. Ve aldığım tek şey oradan sabahları küçük yuvarlak pizza. Ve limitte hepsinden ikişer tane... yok öyle şu kadar gram mıram... Çeşit azsa maydanozlu küçük üçgenler ekleniyor...

Bu kadar basit...
Eve ne zaman taşındık? Ocak galiba...yaklaşık 4 aydır her sabah olmasa da çok sabah bu menüyü sipariş eden bana bu sabah ağır bir sorumluluk yüklendi...

Kapıdan içeri girdim, daha ağzımı açmadan kasadaki, pizzalardan ikişer tane dedi... Leeyn her yerde müdavim krallığı kurmuşum diye gülerken kasadaki devam etti:

-Ne istediğini bilen müşteriye can kurban dedi... Geliyor, bakıyor bakıyor, içerisi müşteri kaynarken soruyor o ne bu ne, sonra hep aldığını alıyor...
-Yaaa... (acaba wah wah mı deseydim. arada ne desem doğru olur düşüce krizi yaşayan bi tek benmiyimdir? hödööö adamı dinle ozy bişi diyo)

-Egolarını tatmin ediyolar... Kompleksliler... Boşken söylemiyor, doluyken uğraştırıyor...

Amanın bu adam beni makul biri ilan etmiş durumda ! Oysa ben buzdolabının içi full çeşit dolu olsada yiyecek bişi yok hııh yapabilecek bi mannakım !!!

Bana ne istediğini bilen egosuz, kompleksiz müşteri titrini yakıştırmış durumda da... ya bi sabah tezgahın önünde dikilip one bu neee şu ne diyip ikişer tane pizza ver dersem?

Tanrım diyemeyeceğim !!! Fırınım bana ne istediğini bilen egosuz müşteri sorumluluğunu verdi...

Oooo tanrııııım...

:p

Ehe günaydııııııııııııııııııın

24 Nisan 2008 Perşembe

Vicdan...

Vicdan denen şey kötüşey...
Yo yoo vicdanlı olmak iyi birşey de...
İçinizi sinsi sinsi kemirmesi yok mu...

2 hafta önce birşey yapmam gerekiyordu...
Yapmadım.
İçimden gelmedi...
Gelmiyor...
Ve 2 haftadır hastayım, şişim, beynimin içinde küçük insancıklar dolanıyor vıdı vıdı...

Yine korkak kokarcalığım tuttu...
Kaçak dövüştüm...
Ama rahatladım...

Rahatladım rahatlamasına ama, bir insanı umutlandırmak sonrada incitmek hatta kırmış olmak beni derin mahzenlerde yuvarlıyorda yuvarlıyor...

Ama elden bu geliyor.
İnsanlar düşünmeden, bilmeden, anlamadan bekliyor...
Ama sen içinden gelmediğin için yapamıyorsun...
Kırıyorsun istemeden...
Ve sende kırılıyorsun...

Her şeyi kenara koyup gitmek gerek ama
İstemedikten sonra olmuyor...

Bu aralar karışığım...
İşim, ailem, özel yaşantımdaki koca boş bolon...
Unutmak adına, düşünmemek adına başka şeylere sarmayı tercih ediyorum...

Var olanları düşünmemek adına suni dertler yaratıyorum...
Sonuç kendimi sevmiyorum...
Başkalarının başını şişiriyorum...

İstemesekte bazen sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz
Dostluğu aşkla karıştırmamalıyız...
Ve bu karışık ruh hali normalleşene kadar içmemeliyiz...
Dimi...

Yessste... Ya dostluk değilse?
Ama cesaretim yok sorgulamaya...
Önce halletmem gerekenleri halletmeliyim...
Önce vicdanı %100 rahatlatmalıyım...

22 Nisan 2008 Salı

Alerciiik ben'e yeter !

Nazlı niyazlı bir yapım hiç olmadı...

Sadece babamın öldüğü sene hafif bir alerjik bronşitle-astım arası bir şey geçirmiştim... Bir sene içerisindede yok olmuştu...


32'me kadar bilmedim hastalık...
Önce üzüntü ve stres karışımı sebebiyle egzama ve sedefle tanıştım...
Çok nadir tür dediler ikisi için...
Memlekette gitmediğim uzman kalmadı...
Cilt doktorlarının doktoru kolsuz Agop'a gittiğimde bana kolunu gösterip ben nasıl bununla yaşamayı öğrendiysem sende egzamalarınla yaşamayı öğreneceksin dediğinde nasıl yıkıldığımı anlatamam...


Gelmişim 32'ye bu yaşa kadar tek bir cilt hastalığı yaşamamışım. Yurtta kaldığım dönemde mantar bile olmamışım... Adam, bıçak kesikleri gibi ellerimin üstünde ki kesiklerle, sonu gelmeyen kaşıntı krizleriyle, acıyla, kanla yaşayacaksın diyor bana... Çaresi yok... sadece ellerini yumuşak tutacak vıcık vıcık iğrenç bir karışım krem verebileceğim sana diyor...


O noooo !!! Bu ellerle cüzcamlı gibiyim...
Giyinemiyorum, ellerimi yıkayamıyorum, krem öyle yağlı ki şeffaf eldiveniyle ofiste çalışabiliyorum...

Azmettim araştırdım.

Avrupada en çok egzama vakasının İngiltere'de olduğunu öğrendim. Atladım uçağa gittim... Ordakilerde burdakilerin aynısını söyledi... Türkiye'de olmayan bir kaç sabun, kremle geri döndüm.

Bu ellerle bu acıyla yaşayamazdım...
Tımbırlent botlarımın bağcıkları bağlarken elimi kesiyor diye annem bağlıyordu...
Araştırmaya devam ettim... Yılmadım. Vitaminler, sebzeler... Ne cilde iyi gelir, egzamayı ne tetiklemez...
Omega 3'ler, 6'lar, calsiyumlar, çinkolar, evening prime rose oiller...

Turks sergisi için Londra'ya uçtuğumda birden çinlileri fark ettim. 900 küsür yıllık çin tıbbında belki umut vardır ellerim için dedim...

Ve buldum umudumu...
Batı tıbbının geçmeyecek yaşayacaksın böyle söylemlerine, 6ay içinde sağlıklı ellerle cevabı verdi çin tıbbı...


Sonra Düşünce gücüyle tedavi kitabıyla tanıştım bir arkadaşımda...
Onun arkasından Bilinçaltının gücü geldi, sonra bir sürü kitap... En son secretla tavan yaptık !

Onca kitap, onca düşünce... Sadece içlerinden bir tanesi baş uçu kitabım oldu. Luise Hay'in Düşünce Gücüyle Tedavisi...


Açıyorsun kitabı, hastalığını buluyorsun sana nedenlerini ve ne yapman gerektiğini söylüyor...
Egzamanın nedeni: Aşırı kin ve nefret !

Evet aşırı kin ve nefret duyduğum birisi vardı hayatımda... Zamanla kinim, nefretim, üzüntüm normale döndükçe, yüreğim iyileştikçe bedenimde iyileşti...


Taki 2006 yazına kadar...
Hapşııııııııııııııııııı...
Hapşııııııııııııııııııııııııııııııııııı...
Sabahları gözümü açar açmaz nerde mendiiiiil diyerek salyalarımı, sümüklerimi etrafa saçmaya başladım.
İlk önce uyanınca hapşırıyordum...
Sonra sabaha karşı 4 sularında her sabah burnumun akmasına uyanmaya başladım... Hala uykuda elime ne gelirse, yatağın içinde burun silmeye uygun ne varsa silip yeniden kaldığım yerden uyumaya devam ettim.


Önceleri çok rahatsızlık vermedi... Ama sonraları, sabaha karşı uyan burnunu sil. Sabah kalk ve yarım saat dur duraksız hapşır... gözünden yaş, ağzından burnundan beynin aksın...


Kitap yığınlarımın arasında Luise Hay'i buldum... Bastırılmış göz yaşı diyordu...
Nasıl yani... İçime attığım göz yaşlarım mı beni salya sümük yapıyordu...
Yok canım...
Tamam içime attığım dertlerim vardı ama o kadar büyük boyuttamıymış yani...
Kitaptaki çözüm önerisini bir süre denedim sonra hayatın hay huyu içinde unuttum...

Bu kış dayanılmaz bir boyuta gelince doktora gittim...
Alerji hapı ve bir fıs fıs verdi...
Gece akıntılarından kurtuldum, sabahları hapşırmalarım devam etsede çok rahatsız edecek çoklukta değildi...
Geçmezse daha kuvvetli bir ilaç vereceğim o da etkilemezse ciddi bir alerji testi yapacağız dedi...
Sonra o yasak bu yasak hayat başlayacak...
Hayııııır !!!
Hayırda... yeter artık... bıktım !

Sabahları hiç çekici değilim... Bir sevgilim olsa ve beraber uyusak... sabah gözünü açar açmaz aksıran tıksıran ve salyaları sümükleri akan, etrafa sıçrayan beni ne kadar çekici bulmaya devam edebilir?
Adam kesin benimle uyuyup uyanmak istemez...


Sabah nezlemden nefret ediyorum !
30'dan sonra alerjik ve hassas olan, ben fark etmeden dertleri içine atan ve onları büyütüp büyütüp kafasına göre dışarı atan bedenimden bıktım !

Bu sabah itibariyle mutsuzum...
Sabahları elimde kocaman bir tuvalet kağıdı rulosuyla dolanmak, kahvaltı ederken iki tıksırık arasında lokmayı yutmaya çalışmaktan, kahveyi-çayı dökmekten bıktım !!!


Tarif edilemez bir eziyet yaşamaktayım.
Batı tıbbı mı yoksa adam akıllı düşünce gücüyle tedavinin olumlamaları mı...
Bilmiyorum, bildiğim birşey varsa o herkesin beğendiği, estetik mi diye sorduğu, babaanemin kırtik veya arada somun burun dediği, ortaokulda hokka diye lakaplandığım, burnumu keseceğim !!!



Yeter !
Alercik bir kadınım !!!
Alerci saçmaktayım !!!
Salya sümük ederim tikkat !!!

Böyle bir derdi olmayan anlamaz - anlayamaz !

21 Nisan 2008 Pazartesi

Gençler ve dilekleri...

Ah şu yurt dışında yaşayıp memlekete gelen gençler...
Hepsinin istekleri, dilekleri çok hoş...
Alıştıkları modernliğin, düzenin, anlayışının memlekette de olmasını istiyorlar...
Bizde istiyoruz...
Ama istemekle, dilemekle olmuyor... Baştakilerinde aynı arzuları paylaşması gerek. Eğitim gerek, kültür gerek...

İsviçre'den bahsediyor; Çöpler ayrıştırılarak atılıyor... Her şeyin çöpü var.
Almanya'dan bahsediyor küçük çocuklara oynatılan çöp oyunlarından...
Biri ulaşımdan, diğeri temizlikten...

Avrupa başarmış durumda... Çevreciliği öğretmiş durumda... Ama gel gör bizim memlekette ağaç yaşken eğilir diye bir sözümüz olmasına rağmen, yaşken eğilmeye başlayanları sonra dikiyoruz.

Atıkları ayırmak lazım.
Özel çöpler olmalı olmasına ama bir gerçeğimiz var ki çöpten karınlarını doyuranlar...
Kağıt toplayan çocukların elinden yaptıkları bu iş alınsa ne yapacaklar? Kim tiplerine, eğitimsizliklerine bakıp onlara kursaklarından sıcak birşeyler geçmelerini sağlayacak 3-5 kuruş kazanç sağlayacakları bir iş verir?

Birde terör belamız var diyorum... Bizde çöp kutuları çöpten çok bomba koymak için...

30'luk tazelere haklısınız diyorum haklı olmaya ama çöp toplayanlar için bir çözümde üretmeniz lazım.

Bu memleketteki en büyük sorun eğitim. Anaokuldan üniversiteye kadar görgü, kültür, bilinç eğitimi verilmesi lazım.

Tükürenler, çöplerini yere atanlar, pipilerini hatur hutur rahat rahat kaşıyarak dolananlar...

Toplum olarak iyiyiz, hoşuz, yufka yürekliyiz ama bi azmedip, bi birleşip ulan şu güzelim memlekette bi kol kola girip kalkınmak adına bi birlik beraberlik yapsak, sergilesek diyen yok !

Millet uzaya gitmiş, çöplerini ayırmış, rüzgardan, denizden enerji üretmiş...
Sen hala çöpten karnını doyuran gerçeğinle yaşa...

Yeni nesil gördüğünü yaşadığını istiyor...
Bende, biz de...
Ama gel gör istemekle olmuyor...
El atmadan oturduğun yerden o onu yapmış, bu bunu etmiş ah keşke vah keşke bizde de olsa diyerek beklemekle olmuyor...

Olmuyor...
:(

Boleyn Kızı

Artemis yayınlarından çıkan, Philipa Gregory'nin yazdığı bayağı kalın, Boleyn Kızını haftalar önce elimden bırakmaksızın iki günde hatiplemiş ve bir an önce filminin vizyona girmesini sabırsızlıkla beklemeye başlamıştım...

Vizyona girmeden önce İstanbul Film Festivali kapsamında galasının yapılacağını duyunca hemen onca filimden önce onun biletini almak için hamle yapsamda, biletlerin satışa çıktığı ilk günlerde Endülüs'te olmam sebebiyle biletlerinin çoktan tükendiğini öğrendiğimde nasıl yıkıldığımı anlatamam...

Arkadaşlarım DVD'sini al izle diye espiriler yapsalarda, ben sinema tutkunu bir insan olarak bir filmin illa evin rahat ortamından çok dev ekran karşısında insanlarla birlikte izlenmesini savunan bir inatçı olduğumdan, herkescikler gibi Mayısı beklerim diyerek kaderime boyun eğip yaşamıma devam ederken, Cuma gecesi, gencecik bir üniversite öğrencisi olan, İstanbul'un tüm festivallerini takip eden ve öğrenci olmasına rağmen çalışan biri olarak bile kıyıp veremediğim paralara biletler alan sevgili Murat tarafından, 'arkadaşım gelmeyecek, onun biletini sana verebilirim' demesiyle dünyanın en bahtiyar insanı eylendim.

Cumartesi akşamı heycanla Emek'e gittiğimde her zamankinden daha fazla bakımsızlığı yüreğimi cızlattı. Tuvaletler felaket, fuayede yeterli oturacak alan yok, üst kat fuayenin büfesi bakımsız... Senelerdir festival Emek'te yapılmakta... Onca ünlü, mesleğinin erbabı gelmekte... Birisi veya birileri sponsor olup Emek'e hak ettiği değeri, ışıltıyı veremezler mi? İmkanım olsa, param olsa seve seve ben Emek Sinemasını elden geçireceğim ama... Mukadderat demekten başka çarem yok...

Direktörlüğünü Justin Chadwick'in yaptığı, başrollerinde Natalie Portman, Scarlett Johansson, Eric Bana'nın rol aldığı The Other Boleyn Girl gerçek bir hikayeden alınma, dram, tarih ve ramantik bir film.

Hırsın, iktidarın, gücün, bir ülkenin tarihinin değişimini, modern dünyanın iktidar sahibi olmayan biz normal insanlar için son derece şaşkınlık verecek şekilde yok canım bu kadar da olmaz, yapılamaz denilerek izlenildiği gerçek bir hikaye...

Filmi izleyenlerin genel kanısı güzel bir tarih filmi olduğu ve hırsın nasıl bir aileyi tükettiğiydi...
Ama kitabı okumuş ve nedendir bilinmez bir şekilde İngiliz tarihi içerisinde Tudor dönemi en ilgimi çeken dönem olan bana, hikayeyi çoğu insandan daha deyatlı bildiğim ve kendi çapımda ne işe yarayacağını bilmesemde araştırdığım için film bana çok yavan geldi...

Kim kimdir tam olarak belli değil filimde... Kralın Mary'ye duyduğu aşk, sevgi ve güven tam olarak verilememiş... Filmin ilerleyen sahnelerinde konuyu bilmesem Kral neden sarışın kız kardeş Mary'ye güveniyor ki anlamadım derdim...

Ağza bir kaşık bal çalınma tadında o döneme damgasını vurmuş insanlar birer birer izleyiciye gösteriliyor ama onlar hakkında detay verilmiyor...
Vatikan'dan hangi şartlarda hangi süreçlerden sonra kopuluyor...
Hırsıyla tüm aileyi yakıp yıkan kumral Boleyn kızı Anne nasıl kralı Vatikan'dan koparabiliyor...

Kısaca hikaye makaslanmış... En son nokta izleyiciye sunuluyor... Uzun bir hikaye ve uzun bir hikayeyi filme almak elbette güç ama paldır küldür bu budur, bu şunu demiştir ve sonra bu olmuştur ! diyor film.

O dönemin ve Anne'in kraliçelik yolunda ki en önemli şahsiyetlerden olan Cardinal Wolsey'in adı bir kere şöylesine geçiyor...

Herkes İngiliz tarihi bilmek zorunda değil, cnbc-e'de yayınlanan Tudor dizisinide seyretmemiş olabilirler... Kitabıda okumamış olabilirler... Hoş kitapla film arasında kurgu, olayların gelişimi o kadar farklı ki... İngiliz hanedanları hakkında ki internet sayfasındaki bilgilerle bile farklılık gösteriyor film.

Fazla detaya inmeyen, suya sabuna dokunmadan, İngiliz hanedenlığındaki en hırslı kadının hikayesini, bizlere sunan ve sonunda Boleynlerin ülke yönetimine aday ve ünvana sahip olma çabaları Elizabeth sayesinde göremeselerde gerçek oluyor...

Yüzyıllardır presnlere, prenseslere, krallara, kraliçelere ukteyle bakmış, hayran hayran izlemiş, oh mis gibi bir eleri yağda bir elleri bağda demiş ünvansız, sıradan insanlar olarak şunu anlıyorsunuz, o ünvanlar, o mevkiler için ne savaşlar verilmiş...

Soylu bir aileden geliyor olsaydım, Anne Boleyn hikayesinden sonra atalarım acaba ne yaptılarda bu ünvana sahibiz diye düşünür, onların kiri olsada kendimi kirli hissederdim.

Anne Boleyn sayesinde kadınlığın müthiş bir silah olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz...
Her zaman ki gerçek 'erkeğe dizginlerin onun elinde olduğunu hissettir ve istediğini elde et'. Ah ince bir sanat... Hayatta yapamayacağım bir şey... bir yerde kursu olsa gidip eğitileceğim... Kadınlık sanatı biz kadınların içinde doğuştan mı var yoksa, bazılarımızda mı var?

Hala geçerli olan tek şey: erkeğe vermediğin sürece, ilgisine sahip olursun... Reddetmek bir erkeği kamçılayan ve seni elde etmek için herşeyi yaptıracak gücü ona veren şey...

Boleynlerden çıkarılacak çok ders var...
Erkek olarak...
Kadın olarak...

İyi okumalar veya seyirler...

17 Nisan 2008 Perşembe

İstanbul'un taksileri...

İstanbul'un taksilerine bir çözüm bulunmalı artık !!!

Sabah sabah başkasının siniri, mutsuzluğu, asabiyatı nedeniyle arka koltukta gerilmek hiç hoş olmuyor!
Be adam derdin nedir sabah sabah !
Tamam işe yetişeceğim ama tabakaneyede bilmem ne yetiştirmemiz gerekmiyor !!!
Gaza basıyor, frene basıyor, sağlıyor, solluyor...
Çantamı kafasına geçirmek istiyorum !
Madem sorunsallısın, afyonun patlamamış çek kenara normalleş ve öyle geç direksiyonun başına !!!

Birde öğleden sonra 3 sularında deli ediyorlar beni...
Duruyor, nereye gideceğinizi soruyorlar, sebep diyorum... arabayı bırakacağımda...
İstanbul'da tüm taksiler neredeyse Etiler civarından. Hepsi arabayı bırakmaya o tarafa gittiğini söylüyor...
Bi gün bir tanesini takip edeceğim ve merakım sonlanacak...

Ciddi olarak taksiler konusunda birşey yapılmalı...
Kabalar, yolu bilseniz bile dolanbaçlı götürüp 2 lira fazla kazanmak için sizi kandırmaya çalışıyorlar, sahte para alışverişi yaşıyorsunuz, valizinizi, yükünüzü bagaja artık siz koyuyorsunuz...

Metropolüz değil mi?
Diğer metropolerde taksiye bindiğinizde içinizde bir acaba kuşkusu yaşıyormusunuz?
Trafik canavarıyla flört ediyormusunuz?

Kültür başkenti olacak memlekette önce yaşayanlar eğitilmeli diyorum ben...
Tarihle, etkinliklerle olmaz... Bir bütün olarak hepimiz elden geçmeliyiz de...
Nerdeeeeee...

16 Nisan 2008 Çarşamba

Adaşını bul...

Son zamanlarda Amerika'da insanlar yeni bir uğraş edinmişler...
Google'a girip adaşlarını arayıp, bulup, clup oluşturuyorlarmış !!!
Hatta bir kadın adaşları üzerine yaptığı incelemeyi anlatan bir kitap bile yazmış !!!
Addaşlarının hepsi hemşire ve çoğu tazciz veya tecavüz olayı yaşamış kadınlarmış...

Bir insan addaşını niye merak eder?
Ben etmem şahsen...
Bana ne diğer ozy'lerden... de... Davranış bilimcileri bu durumu normal olarak değerlendiriyorlarmış !!! Bence davranış bilimcileri normal değil !
İnsanlar benzer harflere sahip kişilere daha fazla yakınlık gösterirlermiş, bilimciler öyle demişler...

Şincik, genellikle ortaokulda yapılan hoş zamane gençlerinin artık yapmadığını tahmin ettiğim isim, gün ve ayı yazarak bi fal bakma olayı vardı... Onda ne kadar çok ortak harf o kadar iyiydi de... Gerçek hayatta harfin ne, ne kadarı uyuyo bana diye bir davranış ve düşünce hiiiç sergilemedim, sergilemeyide aklıma getirmedim ve getirmem de...

İnsanlar mı git gide tuhaflaşıyor...
Onlar mı normaaaal ben mi anormaliiim...
Google'ın derin araştırma deniiznde araştıracak konu bulamadıklarından mı bunu yapıyorlar...
Mukadderat diyorum !

Napsam naaapsam, sudan sebep bişeyle ilgilensem ama neyle diyenlere girin google'a adaşlarınızı bulun, tanışın, kaynaşın derim... Baksanıza davranış bilimcileride normal karşılıyooo...

Walla bi benim merakımı cezbetmedi adaşlarım...

PPİNA...

Ne biçim bir toplumuz...
Sapık, sapkın...

Cuma çoktan cumartesi olmuş... saat sabah 0230 suları... eve geliyorum...
Annem ayakta...
Hayırdır diyorum, beni mi bekledin...
Çok üzgünüm diyor... Önce tecavüz etmişler, sonra öldürmüşler...
Sessizce odama gidiyorum...
Neredeyse burnumuzun dibi sayılacak Gebze'de...
Ben düşüne düşüne uykuya dalıyorum...
Annem bütün gece evin içinde üzüntüyle dolanıyor...

Giusseppina Pasqualino di Marineo... Ah ne kadar saf bir arzuyla çıktın yola... Ama bilemezdin Trakya'nın ötesinin aç olduğunu...
Doğu erkekleri kadına açtır.
Din, ahlak, toplum bi sürü kuralla yüzyıllardır, sevdiğinin elinin ucuna bile dokunamaz...
Dokunamadığından da en saf arzuları bile zamanla içinde birike birike...

Milletimden mi yoksa erkeklerden mi tiksineyim bilmiyorum.
Ama bildiğim bir şey var, kadınların uygulayacağı şeriat yasalarını destekliyorum.
Adamın keseceksin pipisini, etrafa kanları savrulula savrula memleket turuna çıkaracaksın ibret olsun aleme diye...
Hıh tam 12 Eylül mantığı... sallandıracaksın Taksim meydanında bi kaç tanesini bak yapıyorlar mı bidaha durumu arzum !

Kimdi hatırlamıyorum bundan 1 sene önce zannedersem bir yazar köşesinde yazmıştı: Her şeyin yasak olduğu, el ele bile tutuşamadan yürüyen bu gençler ve gelecekleri üzerine bir yazı... Ve onlardan Türkiye'nin sapkın gerçekliğine bir bakış...

Milletin derdi dünyaya rezil olduk, AB kriterlerimize uymayan bir davranış...
Hastamısınız ya...
Yılbaşında Taksim meydanında mıncıklanan ecnebi hemcinslerimizden daha fazla kendi milletimizin kadınları ne tacizlere maruz kalıyor... Onların canı can değil mi?

Bir kadın tek başına veya arkadaşlarıyla gezemeyecek mi, eylenemeyecek mi?
Şortla, mini etekle dolanamayacakmı?
Otostop çekmek illa kötü kadınlık mı çağrıştıracak?

Ppina için çok üzgünüm...
Ama kendi topraklarımda ki kadınlar için daha çok üzgünüm...

Erkeklerimizi biz bu hale getiriyoruz...
Cıs, yassak, konuşma, bakma...
Daha tazecikken günahsız davranışlarımıza tüüü kaka, günah, ayıp'ı yapıştırıyoruz...
Dokunamayan, söyleyemeyen, sevmeyen bir toplum oluyoruz...

Cümleten terapiye girmemiz lazım...
Ppina gibi niceleri var...
Gözü dönmüş, sapkınlar aramızda dolanıyor...
Kadının tahrik unsuru sayılmasından cezaları hafifliyor...

İtalya'da bir kaç milletvekili bluejean giymiş kadının tezavüzü çağırdığını söylediği zamanları hatırlıyorum...
Gelinlikte Arabesk filminin tecavüz sahnesini çağrıştırmış olabilir...

Bu olay ilk olsaydı neyse der geçerdik...
Ama, Taksim'de, Antalya'da, Anodolu'da niceleri yaşanmakta...

Üzgünüm...
Tiksiniyorum...
Toplumun topuna terapi diyorum...
Diyorum ama önce ibret olsun diye pipi kesmek lazım diyorum...

Kadın olmak bu kadar zor, can acıtan, inciten olmamalı...
Erkek olmak bu kadar zalimce, tiksindirici olmamalı...

İnsan olmak...
Ah ah bi onu başarsak zaten...
Kimsenin barış yolculuğuna çıkmasıda kalmaycak...

9 Nisan 2008 Çarşamba

Mazlumun ahı...

Bir insan nasıl vicdansız olabilir...
Göz göre göre nasıl yalan söyler...
Olmamış birşeyi olmuş gibi, birebir yaşamış gibi wallah billah yeminleri eşliğinde anlatabilir...
Nasıl bir yürektir, vicdandır...
Nasıl bir insanlıktır?
Bence insanca bir şey değil bu yapılan...

Hepimiz yeri geldiğinde yalan söylüyoruz... Pembe zararsız yalanlar...
Kırmamak adına, incitmemek adına, bazen tepkilerden korkup gerçekleri saklamak adına ama yok böyle bir şey...
Bir değil iki değil neredeyse 10 kişi...
Bir yalanın peşinde...
Görmeden, gerçeği bilmeden, bir başkasına inanarak... Körü körüne inananarak...
Adaletin önünde vicdanları sızlamadan yalan söylediler...

Nasıl gece yatağa yatıp rahat uyuyacaklar?
Yürekleri sıkışmayacakmı? Nefes darlığı çekmeyecekler mi? Gözlerini yumduklarında ben naptım diyerek, düşünmek istemeyip gözlerini daha sıkı yummayacaklar mı?

Bu nasıl insanlık?
Bu nasıl vicdan?
Allah korkusu, günah, cehennem gazabı... ne bileyim her neye inanıyorlarsa onun verdiği bir korku da mı yok !!!
Yok demek ki...
Demek ki tanrısızlar, demekki inançsızlar, demek ki vicdansızlar...
Demek ki insan görünümlü canavarlar...

Kötülük sahibine geliri bilmiyorlar mı?
Etme bulma dünyası olduğunu bilmiyorlar mı?
Onlarında evlatları yok mu?
Bir gün onlarda günahsızken aynı şirretlikle karşılaşmayacaklar mı?

Biliyorum... Ettikleri kötülük tez zamanda onları buluyor ve dillerinden dökülen, yalanların karalıkları onları boğuyor...

Biliyorum...Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste demişler... Mazlumun ahı aheste aheste yalan dökülen ağızlarından kan tüküre tüküre çıkıyor...

Kendi karalıklarında, kendi kara yalanlarında, kendi dipsiz kuyu vicdanlarında boğuluyorlar...
Bir gün geliyor ve akken karalanıyorlar...
Bir gün geliyor, yürekleri acıya acıya nasıl yani diyorlar...
Görmediniz, bilmiyordunuz, yoktunuz...
Ama yürekleri cız ediyor ve hatırlıyorlar ettikleri vicdansızlığı, kötülüğü...

Mazlumun ahı, birer birer çıkıyor zalimlerden, vicdansızlardan, yalancılardan...
Evlatlarının, kocalarının, torunlarının başında ağızlarından kan tüküre tüküre ağlıyorlar... Söyledikleri yalanlar, ettikleri yeminler onları boğuyor...

Yandaş diye gördükleri hepsinin canını acıtıyor... Hepsinden beter beter etler koparıyor...
Ve af dilemek istiyorlar, kan kusmaları bitsin diye...
Ama utançlarından dileyemiyorlar...
Kahroluyorlar...

Mazlum, ahının alındığını bilerek yaşıyor...
Ben günahsızdım diyor...
Acıtan değil acıyan taraftım...
Sizse birer acınası kukla...
Daha beter kan kusun demek isterim, beterin beteri olun demek ama...
Cahil cühelanın aklı soğan cücüğü kadar bilem yoktur işte...
Cehenneminize ateşinizi coşturacakla gidin...
Ben değil, ilahi kudret sizi affediyorsa affedecek diyor...
Belki affedilirsiniz...

Mazlumun ahı çıkıyor şu an...
Yavaş yavaş... Ilık ılık... Ağızlardan dökülen yalanların tatlılığında, yalan zafer sarhoşluğunun tadında... Birer birer kanıyor ağızlar...

Mazlum gülüyor...
Balçıkla güneş sıvanmaz biliyor...
Vicdanı rahat... Yalan söylememiş...
Vicdanlı...
İnançlı...
Doğru...
Dürüst...
O insan...
Kötülük sahibini bulur biliyor...
Yüreği yalancı küçük yaratıklar için cız etsede yüzü gülümsüyor kocaman...
Adalet belki kandırılabilir ama... İlahi adalet asla...

Mazlumun ahı çıkıyor...
Yavaş yavaş...

4 Nisan 2008 Cuma

Bir “çalışan”a meleğin fısıldadıkları! * Babaoğlu'nun hissettirdikleri

Sabah iş saatimde uyanıyorum...
Mır mır gerinerek kalkıyorum, yatağımın ucuna oturup aralık perdemden boğaza bakıyorum...
Dışarda çok güzel bir hava var...
Güneşli...
Deniz parlıyor mavi mavi...
Kalkıp duş alıp giyinip işime gitmem lazım...
M&S terliklerimi sürüye sürüye mutfağa gidiyorum kahve suyumu koyuyorum...
Annem neşeli bir şekilde şakıyor...
AKM'ye konserin provasını izlemeye gidecek...
Klasik müzik tutkunlarının her cuma yaptığı şey... belki ilerde yeniden klasik müzik dinlemeye daha doğrusu eskisi gibi yoğun bir şekilde dinlemeye başladığımda benimde yapacağım şey diye aklımdan geçirerek banyoya gidiyorum...
Yüzümü isteksizce yıkıyorum...
Aynanın önünde kocaman gerinip duş yapmak istemiyorum diyorum...
Bu gün canım hiç birşey yapmak istemiyor...
Cumartesi tembelliğine sahibim...

İşe gitmek istemiyorum...
Uzun zamandır işte iş yapmıyorum !
Proje üretilmiyor...
Ürettiklerim hayata geçmiyor...
Tek düzelikten, monotonluktan çok sıkıldım...
Beyaz zenci gittiğinden beri sıkıcı... Hemde çok sıkıcı...
Bütün gün 3-5 telefona yanıt veriyorum...
İzin verildiği ölçüde internette sörf yapıyorum...
Çok ama çok sıkıcı...
Köreldiğimi hissediyorum...
Öğleden sonraları sudan sebeplerle erken çıkıyorum...
Sabah geç iş başı yapıyorum...
Salla başını al maaşını modundayım haftalardır...
Eskiden iş olmasa otursak dediğim yoğun günleri özlüyorum...
İşe gitmek istemiyorum !!!
Yıkanmak, saçımı taramakta hiç istemiyorum !!!
Bir gün öncenin temizliğindeki bedenime deadorantımı boca ediyorum...
Ruhumun isteksizliğinin dışa vurumu olan şekilsiz saçlarımı zoraki atkuyruğu yapıyorum ve baştan sona siyaha bürünüyorum...
Kapının önünden taksiye atlayıp işime yola koyuluyorum... İşe bir kaç adım kala, pelite'e diyorum...
Bari keyifli bir kahvaltı yapayım... Nasıl olsa iş yok... bir yarım saat daha geç gitmemin ne sakıncası olacak ki bana, işime...

Nefis çaydan bir yudum alıyorum ve gazeteyi didiklemeye başlıyorum... Bir “çalışan”a meleğin fısıldadıkları!'' başlığını görüyorum ve başlıyorum bir yandan küçük pizzalarımı yerken okumaya...

...Oysa işini sevmesen de burada olmayı seviyorsun, kafanı dağıtıyor çünkü!
Gerçi yöneticin “topla kafanı” deyip duruyor, bazen çocuk azarlar gibi bakıyor sana ya, olsun!Kahvenin kokusu fena değil!
Çalışmak!..
Çalışmanın kokusu var mı?
Kekremsi, tatlı-ekşi bir koku! Uzak Doğu mutfağından çıkmış bir çorbaya burnunu daldırmışsın gibi!..
“Mecburum çalışmaya” diye geçiriyorsun içinden.
Kim mecbur değil ki!
Öyle bir düzen işte!
Derken bir fısıltı işitiyorsun, sanki bir melek kulağına fısıldıyor: “Unutma, çalışmak her zaman çalışmamaktan daha az can sıkıcıdır!”
Gülüyorsun. Küçük bir kahkaha fırlıyor dudaklarının arasından.
Melek haklı, çok haklı!

Evet melek haklı... Haşmet Babaoğlu bilmeden ruhuma, düşüncelerime ilaç oluyor...
Okudukça eski işsiz günlerim geliyor aklıma... Burukluğum, ezikliğim, çok ama çoook sıkılmam...

Ne kadar sıkıcıda olsa, mutsuzda olsam ''Beklentilerle gerçeklerin uyuşmamasının yarattığı hayal kırıklığından kaynaklanan yorgunluk...'' ta olsa yaşadığım, ''işimi sevmesen de burada olmayı seviyorum, kafamı dağıtıyor çünkü'' diyerek hesabımı ödeyerek işime gidiyorum...

Sanki bir yerlerde ufakta olsa 5 sene önceki heyecan, umut ve inanç pırıltıları göz kırptı bana...

Teşekkürler Babaoğlu...
Umutsuz, ruhsuz bana bilmeden bugünlük umut ve ruh oldun...
;)

1 Nisan 2008 Salı

Dişçiler...

Herkes iş aynıda olsa farklı şekilde icra eder...

Herkesin kendine has tarzı vardır var olmasına da... Bu güne kadar gördüğüm en farklı tarzları sergileyenler dişçiler.


Doktora gidersin, dinler, soyun der soyunursun muayeni yapar, reçeteni yazar...

Bütün doktorlar aşağı yukarı aynıdır... Kiminin eli soğuktur, kiminin eli ağırdır, kimi yüzüne bakar kimi bakmaz... Sonuçta 3-5 aynıdırlar. Sadece waay bu derdimi diğerine göre lep demeden analadı dersiniz en büyük fark olarak !


Amma velakin dişçiler öyle değildir...
Birinci olarak, muayeneleri kişiliklerinden çok ip ucu verir...

Çalışma titizlikleri, sizin üstünüze başınıza örtükleri, yarı yatar mı tam yatar mı çalışmayı sevdikleri, bir dişi kurtarmaya harcanan zamana verdikleri değer mi yoksa söküp ahanda son teknoloji bundur diyip ağzınıza sizden olmayan bişey yerleştirmek istemeleri mi...


Ömrünüzde hep aynı dişçiye mi gittiniz bilmiyorum...
Çocukluğumda devamlı gittiğim bir Gülden ablam vardı...

Muayenesi genellikle eskiden avukat veya muhasebecilerin tercih ettiği han türü bir yerdeydi... Bekleme odası dandik ve her zaman kalabalık olurdu... Tedavi odasında ise millet neredeyse üst üste oturur çaylar kahveler sigaralar içilir şen şakrak muhabbetler yapılırdı...

Erkek hastalarıda vardı ama daha çok kadın ağırlıklı olduğundan gün gibi geçerdi günleri...
Turuncu muayene odasında çocukluğumdan lise sona kadar dişlerime hep o imzasını attı...
Sonra kanser olduğunu öğrendim... neşeli kıvırcık saçlı devamlı rejim yapan kadın öldü...


Ondan sonra çok fazla dişçi ihtiyacım olmadı taki 30larıma gelene kadar... Arada Kıbrıs'ta kırılan dolgular için dişçiye gitmişliğim oldu...

Son 2 senedir dişlerim yenile dolgularımızı sinyalini vermekte... Hatta içlerinden 2 tanesi dolgu kesmez bizi biz kanal tedavisi istiyoruz diyip oldular...

Sağlık herşeyin başı başı olmasınada... Bir dişçiye gittiğim zaman bir öncekinin yaptığını beyenmeyen dişçilere gıcık oluyorum !

Geçen pazar sabahı sabah 4 sularında kafamı yastığa koymadan bir-iki saniye önce sol alt çene sızlamaya başladı... Barmaidin son gecesi olduğundan normalinden fazla içildiğinden vücuttaki alkol uyumamı sağladı sağlamasınada... Pazar öğlen gözlerimi açtığımda tüm sol çene alt ve üst olmak üzere inim inim inlemekteydi...

Biraz manyakça sabrı olan biriyimdir... Pazar pazar dişçimi aramak yerine belki geçici birşeydir diyerek acı çekmeyi tercih ettim... Aldığım ağrı kesiciler banamısın demedi... Sabahı sabah ettim ve pijamalarımla, yeni taşındığımız binanın -3. katındaki sosyetik dişçinin kapısına dayandım pazartesi sabahı...

Evi var burda ama artık burda yaşamıyor, 4'ten önce randevu veremem...
!!!
İnim inim inleyerek randevu saatimi bekledim...
Koltuğa yattım ve ana o ne... Tavanda bir monitör, çektiği fotoğrafları ve yaptığı sulu boya resimleri slayt show olarak izliyorsunuz...
Ağzımın içine küçük bir kalem kamera soktu ve ekrandan ağzımın içinin şahaneliğini izlemye başladık !!!
Tanrııııııım, hayatta öpüşmem kendimle !!!
Ağrıyan dişten önce gelecek planlarıma dişlerimide ekleyen birşeyler dedi ve;
Çalışıyorsunuz dimi diye sordu...
Evet cevabını alınca bir diş bütçesi yapalım o zaman dedi...
Yanlış soru dedim... para kazanıyormusunuz diye sormalısınız...
Sormadı tabi...
Başladık oyulmaya...

Yeni bir dolgu yöntemiyle tanışacak ağzım bu akşam üstü...
Dolgu, dişimin şekline göre dışarda hazırlanıyor ve yerine konuluyor...
Maketi sevimliydi ama bu gün gerçekten öylemi görüciiiz...

Teknoloji ilerliyor ilerlemesinede...
Yaklaşık 2 snedir gittiğim dişçimin yeni dişçimin hastası olduğunu öğrenmem ve arkadaşının yaptığı dolguya laf etmesiyle biraz kırıldığım karıştığım yeni dişçimle ağzımın için ohaaa ve hatta çüşünüüüüüz miktarlarıyla nefis olacak ve çoook ama çoook uzun seneler hatta ölene kadar dolgusuz bir tane bile diş olmasada ağzımda kendi dişlerimle yaşayacağım dileğini evrene yollarım !

Bu arada sevgili 2 dişçimide rahmetle anarım... Biri çocukluğumdan beri diğeri sadece 1 seneliğine hayatıma, dişlerime değimiş iki müthiş kadın...
Sizi seviyor arada hatırlayıp gülüyor ve gözlerimi dolduruyorum...
:)