Ozborn'dan Merhaba...

Ortaya karışık, akla, yüreğe ne düşerse buraçta...

Etiketler

15 Eylül 2013 Pazar

Papatya gibisin...

Eylül... Hüzünlü, acılı Eylül...
Bence Ocak değil Eylül yeni başlangıçların ayı...
Kendi hayatımda da çevremde de gözlemlediğim Eylül ün son ve başlangıç ayı olduğu...

Hürriyet Seyahat eki 10. yıl kutlamaları etkinlikleri çerçevesinde bir seyahat yazıları yarışması yaptı... 'Cuba'da Sokak Deneyimi' yazımla katıldım ve 4. oldum... İki kişilik Benelüx turu hediye ettiler...

Anneyle uzun zamandır sıkıntı bir dönemdeyiz... Hediyeyi kullanmak için Eylülü yaz sonunu güzel bir şekilde sonlayalım, bizede moral olsun diye istedik...

İstedik ama, seyahatin babamın 30. ölüm yıldönümüne denk geldiğini ilk başta fark edemedik... Olsun dedik Yavuzcuk bizi affeder... Mezarının başında değil, onun da çok sevdiği Paris'te anmamız onuda mutlu eder hemde biz çok fazla duygusal bir çöküş yaşamayız o gün... 

Şampanyalar eşliğinde uçtuk...
Uzun zamandır avrupaya turla gitmiyoruz... Kendimiz otel-uçak ayarlayıp gittiğimizden yeniden turcu olmak tuhaf gelsede ana-kız keyifle moral seyahatimizin tadını çıkarmaya başladık...

Hayat...
Komik hayat...
Seyahatimizin 4. gününde sabahın çok erken bir saatinde uykunun en güzel yerinde telefonum çaldı...
Ulan alarmı mı açık unuttum oldum...
Gözlerim kapalı telefona uzandım ve susturup uykuya döndüm...
Tekrar çalmaya başlayınca, ışığı açtım ve doğruldum;
Hayır...
Bu saatte neden aranıyoruz... Hayır...
Telefon elimde çaldı çaldı susutu...
Annem yan yataktan doğruldu; Napıyosun dedi? Kim arıyor?
Kim arıyor? mu?
Kim?mi?
Kıpırdamadan yatağın içinde telefonuma bakarken anneme ne diyeceğimi düşünüyordum...
Tam uyanmamış bir beyin pek bir şey üretemiyor...
Annem Ozy, Ozy diyor...
Arayan anneannemdi diyorum...
Annem yorganı fırlatıyor ve yatakta doğruluyor...
Öldü diyor...
Telefonu açmadım, konuşmadım, belki yanlışlıkla aramışlardır...
Sabahın 5'de yanlışlıkla aramak!
İnsan istemediği bir şey olduğunda safçada olsa nasıl bahaneler üretiyor...
Telefon yine çalıyor...
Ben yine açmıyorum...
Paris'te bir otel odasında uykulu ve akmaya hazır gözyaşları içinde bakışıyoruz...
Annem ara diyor...
Arıyorum...

30 sene önce annem bana babamın ölüm haberini vermişti... Babamın 30. ölüm yıldönümünden bir gün önce ben anneme annesinin ölüm haberini veriyorum...

Anneannemin bakıcısı, anneanneni kaybettik diyor... Nerdesiniz? Gelecekmisiniz?
Kayıp haberi acısı vücutta çok hızlı dolaşır ve ilk bulduğu boşluktan patlayarak çıkar...
Emineeee önce anneme haber vereyim sonra sor! diye çat diye telefonu suratına kapıyorum!
Küçük otel odasında volta atmaya başlıyoruz...
Beyin duruyor...
Bir şeyler düşünmeli ve yapmalıyız ama acaba ne?
Sadece dolanıyoruz...
Benim elim sigara paketime gidiyor... Camı açıp içmek istiyorum ama annemi sinirlendiririm diye vaz geçiyorum...
Nikotinle beynimi toparlayamadığıma göre düşünme yetimi nikotinsiz geri kazanmalıyım!

Anneannem, Peri kızım gitti mi?
Çok sevdiği kocasının yanına... Babamla aşağı-yukarı aynı tarihte bizi bıraktı mı?
Anneme sıkıca sarılıyorum... 65 yaşında olsada annesiz ve babasız kalmış bir çocuk o!
Telefon durmaksızın çalıyor...
Dertleri başsağlığı dilemek değil, aile içi anlaşmazlıklarımızın ayyuka çıktığı, ilşkimizin bittiği dakikalar... Maksat cenazeyi kaldırmak değil kime yıkacaklarını öğrenmek! 

Telefonu meşgule atıyorum ve titreyen ellerle bilet bakmaya başlıyorum... Ah bir sigara içebilseydim, nikotinle beynim açılsaydı da nerden nereye uçuş bakıyordum ben diye biriken yaşlardan hiç bir şey görmediğim gözlerimle ekrana bön bön bakmasaydım! 

Aynı gün içinde Paris-İstanbul-Samsun yapma şansı yok! 
Cenazeyi bekletmek gerekiyor! 
Bu arada bu hediye gezinin bir bedeli var, gezip yazacağım... Hürriyette Seyahat ekinde yayınlanacak!
Ben yapılan anlaşmadan dolayı gidemiyorum sadece annem gidebilecek... 
Ama uçuş saatleri uymuyor...
1 gün bekleticeğiz diyorum...
Annem çok çekti olmaz diyor... Beklemesin... 
Anneannem Alzheimerdı...Son evresiydi... 
Annem bir gün daha eziyet çeksin istemiyor... Ara ve defin işlemine izin verdiğimi söyle...
Anne eminmisin?
Eminim... Huzura ersin bir an önce...
Arıyorum... Ve yine karşıma Emine çıkıyor...
Öğlene yetiştirin...

Kendimizi sokağa atıyoruz... Paris'in bir açan bir yağan havasında ruhumuz bedenimizde acı içinde kıvranırken bizde Paris'in sokaklarında görmez-bakmaz bir halde yürüyoruz...
Yürümek, arada esen soğuk rüzgar, ayakların acısı yürek acısını düşündürmüyor...
Yürüyoruz...
Tam defnedildiği sırada metroya bir akordiyoncu biniyor...
Ve tango çalmaya başlıyor...
Anneannem ve dedem tangoyu çok severdi... Çok güzel dans ederlerdi...
Paris'te bilmediğimiz bir metro istasyonunda, trende tango ezgilerine hıçkırıklarımız karışıyor...
Karşılıklı oturduğumuz koltuklarımızdan ellerimizi bir birimize uzatıyor ve sımsıkı el ele tutuşup ağlıyoruz...
Hakkımız helal olsun ama asıl sen bize hakkını helal et...

Papatya gibisin beyaz ve ince...