Ozborn'dan Merhaba...

Ortaya karışık, akla, yüreğe ne düşerse buraçta...

Etiketler

29 Ocak 2009 Perşembe

Şehirden memlekete öööyle düşünceler

Olduğunuz yerden bütüne bakmak, anlamak çok zor.

Kalkıp gittiğinizde ise görmeniz ve anlayabilmeniz için bakmanız değil gerçekten görerek bakmanız gerekiyor.

Ben Karadenizin gelişmiş, kültürlü ve aydınlı bir şehrinde doğdum.
Ben doğmadan çok önce şehir Kurtuluş Savaşının fitilinin ateşlendiği yer olmuş.
Ailem, memleketin büyük şehirlerinin aydınlığında, açık fikirliğinde yaşamışlar o şehirde.

Ben büyürken ki süreçte şehir malesef memleket üzerinde hakim olan rüzgarların etkisiyle zannedersem yavaş yavaş açık fikirliliğini aydınlığını yitirmeye başladı.

22 senelik bir zaman diliminde annemin giyebildiği mini etek boyutuyla benimki ciddi fark göstermeye başladı.

Annemin gençliğinde giydiği mini eteği normalde geçirilen çağdaşlaşma-aydınlanma süreci sonucunda benim giymem gerekirken ben annemden daha uzununu giymek zorunda kaldım. Hatta giymesem daha iyi olur oldu.

Bir üniversite şehri olmasına rağmen, ben şehrimde üniversiteyi hissedemedim.
Kültürel etkinlikler ise ailemin gösterdiği müthiş çabalarla şehrime geldi.
Anadoluya turneye çıkmaya ikna edilen tiyatrolar-şarkıcılar...

Ben bir şekilde ailemin eğitimi-kültürü-açıkfikirliği-aydınlığı sayesinde yaşadığım şehrin insanlarından farklı at gözlükleri olmayan uçsuz bucaksız bir hayal gücü, isteme,bilme, yapabilme, gerçek kılabilme, açık ve sonsuz görüşlü olarak yetiştim.

Zaman zaman doğduğum şehre gittiğimde, şehrin yerlilerinin-aydınlarının kendilerini ifade edebilecekleri, daha mutlu olabilecekleri, ait olabilecekleri yerlere gittiklerini gördüm ve duydum.

Şehir, ona can verecek aydınlarını, kültürlerini, fikirlerini kaybediyordu.
Benim ailemde bunlardan biriydi.

Savaş sonrasında İstanbul'un elden gideceği söylentileri sonucunda gelip yerleşmişlerdi bu Karadeniz şehrine.
Gerçek Karadenizli değildik. Ancak yüzyıllardır o şehirde yaşayan varlıklı ve kültürlü birçok aileye oranla şehirin kalkınması ve gelişmesi için bir çok şey yapmıştık.

Biz zaten oralı değildik. Bizim bir süre sonra İstanbul'a göçmemiz normaldi.
Ama o toprakalrın yerlisi olan insanların o toprakları bırakıp gitmesi hem onlar hemde şehir için kötüydü.

Büyürkende o şehrin fikrine-mantığına uygun değildim.
Hele şimdilerde hiç değilim.
Zaman zaman doğduğum ve büyüdüğüm şehre gidip geldikçe nasıl yaşmışım ben burada diyorum. Ve burda yaşayıp nasıl bu toprakalrın mantığında değilim?

Cevabım ailem herhalde.
Ailem çağdaş-modern, aydın, ileri görüşlü olmasaydı bende bu toprakların kızları-kadınalrı gibi olacaktım herhalde.

Mesleğimin bana verdiği en büyük zenginlik ve başarı, gözlemdir.
Gözlem olmadan mimarlık olamaz.
İhtiyaçlara ve isteklere göre doğru tasarım yapılamaz gözlemsiz.
Her toplumun huyu-suyu, özelliği farklıdır.
Bir mimar olarak mesleğiniz evrenseldir. Her yerde ev evdir, okul okuldur. Tasarlanacak şeyin her yerde benzer yönetsel kuralları vardır, inşa teknikleri-kullanılan malzeme farklıdır. Her yerde okul okul, ev evdir ancak bölümleri, düzenlemeleri, insanına, toplumuna, iklimine göre küçük veya büyük farklar gösterir. Sizin mutfak alışkanlığınızla-kültürünüzle, Zambiyada'ki aynı değildir. Evet Zambiyadaki içinde aynı çalışma üçgeni prensibini uygularsınız ama sizin yemek pişirme alanınızla ordaki aynı değildir. Bu yüzden gözlemlemeden, araştırmadan, incelemeden bilmem nerede ki okulu bilmem nereye yaparsanız içinde eğitim verilse bile yaşam konforunun yanlışlığı ve yetersizliğinden başarısız olur tasarımınız ve dolayısıylada siz.

En önemli birinci kural gözlemdir bizim için.
Öyle booş boş bakındığımızı sanırsınız etrafa. Herşeyi beynimizin bir kenarına veya not defterimize karalarız.
İnceleriz, psikolok, sosyolok veya felsefeci değilizdir ama mesleğimiz bu bilim dallarıyla flört etmemizi gerektirir.

Bazen haddinden fazla gözlemelr çok bilmiş kesilir ve durmadan bıdı bıdı dıdı dıdı konuşur, eleştirir, tenkit eder, düzeltmeye çalışırız.

Ben hem kişilik yapımdan hemde aldığım eğitimden ötürü gözlemciyimdir.
Bazen haddimi aşan merak ve araştırma huyumla sanki koca şehri, ülkeyi ben düzene sokacakmışım edasıyla araştırırım, yazarım, fikir üretirim...

Son Karadeniz seferimde büyük şehirde ve arada dünya şehirlerinde yaşayan bir beyaz yakalı, çok bildiğini sanan bilgiç havasında büyüdüğüm şehrimi gözlemledim.

Yaşadığınız şehirle memleketin geri kalanı nasıl farklı.
Bunu bilmem kaç yaşında ilk doğu gezime çıktığımda yaşamıştım.
Türkiyem, canıııım Türkiyem her gün uyandığım, sokaklarında dolandığım, canım bilmem ne mutfağından çekip yediğim, bilmem ne konserine-etkinliğine gittiğim şehrim gibi değildi. Türk filmlerinin klişeleşmiş sözü gerçekti : Biz ayrı dünyaların insanıydık.

Evet, ayrı dünyaların insanıydık biz.
Başkentinin bile gelişmediği, sadece tek bir şehrinin dünyanın peşinden koştuğu, Newyorktan-Londradan eksiğimiz kalmasın diye harala gürele hazır veya değil, var veya yoka bakılmadan her türlü yatırımın, gelişmenin getirildiği İstanbul'du bir tek Türkiye'de olması gereken ama onunda doğru dürüst olamadığı çağdaşlık, düzen !

Tüm gazeteler, dergiler, yayın organları, kültür dernekleri-vakıfları herşey ama herşey İstanbul menşeyili.

İstanbul'da ki okumuşa-aydına-bilene yönelik.

Bilmem nerede ki kadın için uygun değil kadın dergilerimiz.
Ne Ankara'da ne İzmir'de dünyaca ünlü moda evinin bir mağazası var. Ama tüm moda ve kadın dergilerinde sadece bir şehirde bulunabilecek mağazanın giysileriyle tanıtım çekimleri var.

Sen sevgilini aldatmaktan, kocanın kıçına tekmeyi atmaktan, sen adamı alta al üstüne sen çık, zevkini yaşa derken ordaki o kız, o kadın 'Anaaa memleketi zuzaylılar ele geçirmiş wuuuuuy' diyor.!!!

Kadın hala çarşaflı!
Adam önde yürüyor kadın arkada.
21.yyda hala kızlarımız okula kampanyaları!
İki bankanın güya kültürel etkinlikleri var. Süper konserler... Ama İstanbul dışına çıkmıyor bunlar!!!
Türkiye'nin kocaman bankaları değilmisiniz? Memleketin her yerinde şubeniz yok mu? Vaaar. Eee, Hakkari'de ki adamın parasını al, İstanbul'da ki müşterine kültürel etkinlik sun ama ona sunma...

Türkiye sadece İstanbul olmuş.
Memleketin diğer yerleri kimsenin umru alakası değil.
Gazetelerin çıkardığı Karadeniz-Ege-Doğu ekleri 'Canım oralarlada ilgileniyoruz' demelerine yetiyor kendilerince.

Çarşaflı kadınla aynı topraklarda doğdum.
Aynı şehirde büyüdüm.
Memleket benden yararlanır veya yararlanmaz ama memlekete hayırlı bir beyaz yakalı oldum.
Ben nerdeyim o kadın nerede?

Bir zamanların çağdaş şehri şimdilerde çarşaflı-sıkmabaşlı...

Aydını-okumuşu-gazetecisi-bilimcisi-kültür sanat çalışanı bu ülkenişn geri kalanına ulaşamıyor.
Biz kocaman bir ülkeyiz.
%100 eşit gelişme her yerde olmayabilir tamam ama, bu kadar fark biraz ayıp olmuyor mu?
Cumhuriyetimizin kaçıncı yılındayız yahu?
Kaçtane aydınımız, öğretmenimiz, mühendisimiz, zenginimiz, kültür vakfımız, gazetemiz, dergimiz var yahu?

Birde çıkıp Ortadoğu'lu memleketlere demokrasi ve gelişim-kalkınma öreneği oluyoruz.
Haaa İstanbul'sa örnek amenna...
Ama Türkiye şu an burada, gelin örenek alın diyip İstanbul'u göstermek yanlış değil mi?

Bilmem, şehrimden-semtimden pek dışarı adım atmak istemiyorum.
Saklanayım ansını satayım.
Hakkaride makkaride şuşi-muşi, gucci mucci, vardır herhalde borumuuuu derim.

Ayol ekmek yoksa pasta yiyiiiiin... İlla sucuğun yağuna ekmek mü banmanız gerekiyoor!

Çeyizci geldi hanııııııım...

Anne bunları getirmeyi düşünmüyosun dimi?
Elbette getiricem. Hiç biri kullanılmadı, hem onlar senin.
Neeeee ??? !!!

Türk milletine hastayım abi...
Bir eve ziyarete gidilirken ecnebiler gibi bi çiçek ne bileyim bir şişe şarap götürmek yerine kullanmazsan güzel kızıma-oğluma çeyiz olur zihniyetiyle bilumum renk ve çeşitte havlu ve lif hediye getirirler !!!

Kardeşiiiim, size ne benim çeyizimden ? Hem belki ben allı dallı güllü havlu sevmiyorum.
Sizin takım zihniyetiniz yok diye illa benimde mi olmamalı?
İlla liflemi yıkanmalıyım?
Evet... 90'lı yılların başına kadar memlekette ecnebilerin süngeri, naylon lifi, piling eldiveni olmadığından bizler el emeği göz nuru renk renk orlondan yapılma boy boy tığ ile yapılmış liflerle yıkanmak zorundaydık.

Ama kullanmazsanız çeyiz olur mantığıyla getirilen liflerle beni geçtim, adamı geçtim adamın tüm sülalesini yıkayacak kadar lif hediye getirmek biraz absürt olmuyo mu?

Havlu, havlu, havlu, havluuuuu...
Lif, liiiif, iliiiiiiiiif !!!
Anne ya at gitsin bunları... Kullanmıyorum ben artık.
Aaaa olmaz, bu bilmem ne teyzenin emeği, şu bilmem kimin, bu...

Aaaaaa !!!

Allah artırsın, sizede nispet eder gibin olmasın ama ev bol olunca, bi o eve bi bu eve taşınıp duruyoruz işte...
Bu taşınmalarımızdan birini bu yaz başında yeniden yaşayacağız...
Baba evim, İstanbul'a taşınacak !!!
Annem iki ayrı şehirde iki evle uğraşamayacağına karar verdi. Yaşlanmışmış artık. Bi orda bi burda olmasınmış eşyaları...
İyi hoş tamamda, baba evinin buraya taşınması demek ev üstüne ev kurmak demek...
Onca eşya, atılıp satılamayan hatıra, ıvır zıvır...
Bence hiç birini taşımamak gerek ama benim mantığımın pek bi ehemniyeti yok annenin gözünde o bakımdan neler gelecek neler verilecek ayrımı yapmaya başladık.
Hoş benim getirmeyelim diye ayırdıklarım kaşla göz arasında getirileceklerin arasına sokulacakya... Kızım seninde fikrini alıyorum ama sonunda benim dediğim olacak durumuna boştan yere mesai harcıyorum ya neyseeeee...

Bu çalışma sırasında benim yok zannettiğim 'çeyizlerimin' olduğu ortaya çıktı.
Yanlız bu çeyizlerin hiç biri ne annem ne anneannem tarafından hazırlanmış şeyler değil.
Millet ziyarete gelirken almış eline bi havlu, bi lif gelmiş...
Olmuş bana çeyiz !

Neredeyse dağ tepe havlu lif!
Ben mesleği bırakıp hamam açsam daha hayırlı olacak!!!

Be anacığım madem bu kadar çok havlum vardı, üniversiteye giderken niye vermedin bunları?
Ben bilmem kaç sene dışarda yaşarken havlu ihtiyacım oldukça aldım.
Verirdin her seferinde 3-5 bu dağ yığını azalır hatta yok olurdu.
Şimdi kim kullanack 70-80'li yılların desenlerinde fıstık yeşilli-turuncu-alı al moru mor havluları?

Kullanırız...
Hı-hı... ben alırım havlularımı-liflerimi giderim koca evine...
Semt pazarında tezgah açıp satarız... Süper valla... Vintıııııç apla bunlar vintttıç diye satarım onları...
Olmamı? Oluuuur, bal gibin oluuuur !!! Bu ekonomik krizde var olanla iş sahası yaratmak-açmak!
Tanrım ne süper bi kadınım !!! Mimar değil işletmeci ötesi bi zeka, çözüm üretebilme potansiyeli...
Ah ah heba oluyorum buralarda...

Her geeenç Türk kızının evinde vardır böyle eş-dost tarafından getirilmiş çeyiz yığını.
Atsan atamazsın-satsan satamazsın.

Türk toplumunun ben şeyine hastayım,neyine, şusuna: Sadece büyük şehirlerde yaşayanlar her gün yıkanırlar. Pagan zamanlarımızdan beri su Türkler için önemli olmuş olmasına ama, her gün su kuşu misali yıkanmaz Türk milleti. Geçmişinde önemli bir yere sahip olan su nedense artık değil. Zırt-pırt yıkanmayan bir milletin hediye olarak suyla alakalı hediyeler vermeside ilginçtir bu arada.

Haftada en fazla 3 defa yıkanan bir toplumun lif ve havlu hediye etmesi sosyolojik veya psikolojik açıdan incelenmesini gerektirmiyormu sizce? Bence araştırılmalı...

Tanrım yine nerelere zıpladım. Bi toplumu incelemediğim kalmıştı !!!

Havlularım ve liflerimle napacağımı bilememekteyim.
Bir mimar olarak, tasarım yetimi zorlaya zorlaya onlarla bir patchwork çalışması yapmam hem onların tükenmesine hemde benim tasarım zekamın paslanmamasına yarar yaramasına da... Bu çalışmayı nerde sergilerim onu bilemedim. İstanbul ya da Venedik Bianeli olabilir... Türkler ve su adlı çalışmamı dünya üzerindeki tüm Türklere itaf ederim. Evet evet...

Bu yazıyı yazarken cinyıııs bendeniz her gün ayrı bir lif ve havlu kullansamda bitmeyecek çeyizimi tüketmek için eşe dosta hedeye olarak götürmeye karar verdim.

Bi sürü bekar arkadaşım var...
Çeyiz dağımdan bir birine uygun renklerde bi havlu bide lif seçtim mi olay bitmiştir...
Devir ekonomi devriiiiii...
Ne öyle bilmem nereden hediyeler filan...

Eheee, çeyizim var benim ya... Hiç kullanmayacağım bir çeyiz !!!
Töbe töbeeee...
Yokmu buzdolabı-yatakodası hedeye getiren?

*Carna'ya...

23 Ocak 2009 Cuma

Şehrim-evim-ben

Kapıyı açıp içeri giriyorum...
Ve o kokuyu duyuyorum...
Aslında o koku yok...
Ama benim usumda-burnumda senelerdir var.

Loş antrede kokmayan kokuyu içime çekiyorum...
Acı veren bir koku...
Ayakkabılığa göz ucuyla bakıyorum...
Gülümsüyorum...

Son görüş, son konuşuş...
Gülümsüyorum...
Var olmayan ilaç kokusunu içeme çekerek koridora yöneliyorum...

Odam...
Kırmızı-beyazlı genç kız odam...
Duvarlarda posterlerin izleri...
Yatak küçücük...
Çalışma masam gençliğimden-umutlarımdan-hayallerimden kalma ıvır zıvırlarla dolu...
Her seferinde sanki yeni birşey keşfedecekmiş gibi neden kurcaladığımı bilmediğim çekmecelere-dolaplara yöneliyorum...

Ne bulacaksam?
Son zamanlarda arzularını gerçek kılamadığım kalbi kırık küçük kızı buluyorum.
Vicdanımı sızlatıyor namussuz!

Ne hayaller ne umutlar ne düşler ne platonik aşklar ne çılgınlıklar yaşandı bu odada.

Üniversiteye İngilterede gidecekti...
Hala broşürler duruyor bir çekmecede...
Sonra Bilkent hayali...
Bilkent'in ilk yıllarından kalma tanıtım broşürü...
Kesip sakladığım yazılar...
Duygu Asena fanatikliğim...
Biricik aşkım Schumacher'in Benetton yıllarında kalma fotoğrafları...
En sevdiğim ressam Van Gog'un en sevdiğim tablosu ay çiçeklerin kendimce yapılmış pek başarılı yağlı boya taklidi...

Ben...
Kimsenin bilmediği benimde unuttuğum ben.

Parmaklarıma bulaşan tozu silip yan odaya geçiyorum.
Kimsenin birdaha kullanmadığı odaya...
Sadece giysilerin ıvır-zıvırın konulduğu yatak odası...

Evim...
Doğduğum şehir ve büyüdüğüm ev nasıl yabancılar bana...
Büyüdüğüm yollarında yürüdüğüm şehir değil artık burası...
Hele evim...
Benle geçmişimle dolu olmasına rağmen 19 sene önce üniversiteye gitmek için çıktığım bu ev benim değil.

Yabancıyım...
Tanıdık bildik anılarla, tatlarla, eşyalarla dolu olmasına rağmen benim değil.

Bir yabancıyım sanki.
Ne nerde bilmeyenim sanki...

Kocaman yeşil halı, koltuklar izlerimle dolu...

Herşey tozlanmış...
Tanıdık bildik ama uzak.

Burdan ama burdan olmayan...
Gitmek istiyorum.
Kendi evime, kendi şehrime...
Bu sokaklar bu insanlar benim değil.
Bir yabancıyım.
Sanki yabancılığımı herkes anlıyor. Sanki anlımda yazıyor buraya ait olmadığım...
Oysa ki buralıyım. Burda doğdum, burda büyüdüm ben...

Seni görmem gerekiyor biliyorum.
Özledim seni.
Özledin beni...
Ama çok uzaktasın...
Gelsem yanına anlatsam dertleşsem... Rahatlayacağım belki...
Ama her seferinde artık benim değil onların sana sahip olduğu onlarca çocuğu-bebeği kıskanıp dönüyorum oradan.

Dedem de yok artık. Kim gelip bakımını yapıyor ki?
Yazılarının yenilenmesi, otlarının ayıklanması lazım...Elimle bir gün su dökmedim değil mi?
Biliyorum gelmeliyim...Her seferinde uçaktan salaldığım elimden yolladığım selamdan bıktın.
Ama biliyorsun ki gelmeyeceğim.
Gelsem ne değişecek? Yeniden rüyalarıma girecekmisin ki yooo...
Ağlayıp-hüzünlenip döneceğim.

Sanki yakın bir tepedeymişsin gibi başımı çevirip olduğun yöne bakacağım.

Gitmek istiyorum kendi evime, kendi şehrime...
Canım acıyor.
Mutlu değilim burda.

Yapma küçük kız... Yapma... Sende biliyorsun ne neden olamadı...
Şimdi değil o zamanlar çıksaydın ortaya.
Arzuladığın şeylerin bekçisi olsaydın.
Yıllar sonra vicdanıma oturmakla olmuyor...
Üzgünüm...
Gitmem lazım...
Uçağım beni bekliyor...
Uzun soluklu bir başka zamana herşey...
Kendi şehrime, kendi insanlarıma, kendi evime gitmek istiyorum...
Anılar saklandığınız kutunuza girin...

Uçağımın tekerlekleri yere değdiğinde geçecek herşey...
Birşey olmadı, geçti bitti...

15 Ocak 2009 Perşembe

Hot hot kıtır kütür hot couture

Eskiden ama çook eskiden değil, hazır giyimin olmadığı ve yaygın olmadığı dönemlerde herkezin bir kumaşçısı ve terzisi vardı. Dikiş bilenler hariç tabi...

Annem genç kızlığı boyunca, şehrin en ünlü terzisinden giyinmiş hep.
Anneannemin pek bi sevgiği, modası geçsede illa üzerimde görmek istediği tayyörler, döpiyeslerle geçen bir hayat...

Anneannemin bir meşhur terzi anısı vardır. İzmir'de geçer. Tüm hatunlar ona birşey diktirebilmek için sıraya girerlermiş. Adamın bi sihirbaz edasıyla zayıfı şişman, şişmanı zayıf gösterme yetisi varmış. Anneannem dedemin maaşını ele geçirmiş ve allem etmiş kallem etmiş gitmiş bu terziye. Adam anneannemin vücut hatlarını pek bi beğenip masanın üzerine çıkarmış. (evet masa... niyese...) Tam istediğim vücut tipi demiş. Ne diksem güzel durur, harika... Ama anneannem günümüzde moda olan o zamanlar utanç sebebi olan zayıflığından kurtulmak istediğini söyleyinceeeee adam anneannemi kovmaktan beter etmiş... :)

Terziler benimde ilk gençliğimde hayatımdaydı. İlk blazer ceketim şehrin ünlümü ünlü terzisi elinden çıkmadır...

Ceket giymeyi pek bi severim ben. Üniversite yıllarımda giydiğim ceketlerin çoğu ailemizin kadrolu terzisinin elinden çıkmıştır.

Sonra moda değişti. Kimseler ceket giymez oldu. Aslında ne rahatlık ve şıklıktır... Bir ceketle hem spor hem şık olursunuz...

Zaman geçti, ceket sevdam yerini dere ceketlere bıraktı, allahtan ünlü bir deri ithalatçı ahpabımız vardı, ben tasarladım onlar diktiler... Ooo ne deri pantolanlar, ne rakçı ceketleri, daha Matrix ortada yok bende ne pardisöleeeer vardı... Şimdilerde adam işi bıraktı bende kaldım dericisiz !!! Garimim kuzu veya oğlak derisi yumuş yumuş ilk başta pis kokan ama sonraları güneşte-yağmurda çamurda her daim üstünüzde o rahatlık hiç birşeye benzemez...

Ahh ah...

Terzilerle yeniden birlikteliğim şu an sevgilim ama o zamanlarda kankim olan şahsın evleniyorum ben demesiyle başladı.

Eeee mimar olunca bide pek bişey beyenmeyen, ükelaa ötesi bişi olunca, bi de bide illa her zaman giyilsin gibi ekonomik bir mantıkta güdünce hazır yerine diktirme çözümüm oldu.

Oturdum iki tane elbise tasarladım. Birisi bekarlığa veda partisinde giyilmek üzere, oturunca iç organlarıma kadar her şeyimi gördüğünüz güya kapalı yırtmaçlı bir keten elbise, ötekide düğün-dernek her daim giyilebilecek uçuşan şifon bir elbise...

Tasarımlar süper, alınan kumaşlar ise süper ötesi... Şifonumun desenine herkes bayılıyor... Yok böyle bir zevk !!!

Terzi abiye uzmanı... O la la... Tasarımlarım çocuk oyuncağı güya...
Hı-hı...
İlk provada herşey normaleeee...
Sonrası ise felaket !!!
Adam kafasına göre dekolte vermiş... Açmış-kesmiş !!!
Memelerim egelilere feda osssuuuun şeklindeyim...
Kafasına göre kalın mı kalın bir astar koymuş...
Tüm düğün boyunca, damadın sadıcı sayılabilecek statümüz sebebiyle, kapanmayan memelerim, pişiren astarım yüzünden akıttığım terlerle bayağı ilgi odağı olmuştum. !!!

Ve tövbe etmiştim o günden sonra birdaha birşey diktirmicem diye. Bu arada elbise düğünden sonra terzinin başına fırlatıldı ve parası ödenmedi...

Arada tövbemi unutup ufak tefek terzi deneyimlerim yine oldu. Ama bu seferkiler, gömlekçiydiler. Modeli verdim kalıbı çıkardılar ve diktiler... O la laaaa...

Bu gün müthiş bir terzi deneyimi yaşadım.
Haftanın başında odama girdiler ve müthiş bir terzi bulduk dediler. Ne istiyosan dikiyor ve nefiiiis...

Hıım oldum. Zaman zaman çizittirdiğim, arzuma göre bulamadığımda şöyle bişey olsa iyi olur dediğim çizimleri ve ihtiyaçları gerçek kılmak harika olur diyerek öğle tatilimizde terzinin yolunu tuttuk.

İçeri adım attığımda oranın bir terzi değil kendi çapında güççük bir moda evi olduğunu anlayıp önce yutkundum. Ama kızlar daha önce konuşmuşlardı uygundu fiyatları... Görünüşe aldanmayayım dedim.

Güzelce prova odasına alındık, nefis ötesi kumaşlar önümüze getirildi, sunduğumuz tüm modeller onlar için mümkündü. Hatta manto-gelinlik-iç çamaşırı her ne isterseniz yapabiliriz merak etmeyin dediler ve ceket sevdası hortlamış bendeniz canım İngiliz kumaşlarından kumaş seçmeye başladım. İstediğim ceket son derece basit spor bir ceket. Tüvid bir ceket olacak, sade iki düğmeli... Evet kumaş biraz pahallı ama Ozy o ceketle pazarada gidecek iş toplantısınada... Nefis bir taşla bir sürü kuş misali... Aşka gelip bir taneyle yetinmeyip 4 kumaş seçtim...

Gelelim fasülyenin faydalarına olduk, ücretimiz ne ola ki?
Çocukluğumdan beri hayranı olduğum, günün birinde benim olacağını bildiğim Burberry pardüsönün fiyatını söylediler...

Kumaş sebebiyle mi dedim. I-ıh dediler...
Oldu gözlerim doldu...
O para elimde olsa ve birşey alacak olsam koşa koşa mahallemde ki Burberry'ye gider pardüsömü alırıııııııım !!!

Manyakmıyım?
Evet manyağım...
Dün Body Shop manyaklığı yapmış bir şahsiyetten bir cekete oooo pardüsö parası vermesi beklenir aslında ama o kadar da değil canım !!!

Memlekette yokmudur bütçeye uygun, işçiliği nefis, kıtır kütürcü acep?

Ah ah nerde o eski terzileeer...
Ah ah Hasan amcacığım bi zahmet hortlasan diyorum...
Şöyle bi arzuma göre diksen diyorum...

Ah ah... benim o kumaşlarda aklım kaldı yuw... Tüvid ceket istiyorum ben! Hatta bir mimar olarak dirseklerinde deri yama olanından!!!

:p

Kokarca...

7 sene önce bir pazar öğleden sonra 3 hatun boğaza nazır bir kafede oturmuş sohbet ederken konu klasik hatunsal ilgi alakalara gelmişti.

İçimizde ki en kokokoş, en kadın kadın olan sarışın hatun 'Aaa vücut kremleri sürmek çok keyiflidir öyle deme, hem kadın olmanın keyfini çıkardığın anlar onlar' demiş, yüzümü ekşiterek hı-hı demiştim.

Günün sonunda hep beraber Metrocity'ye gitmiş, memlekete gelmeden önce İngiltere'de tanıştığım ama pekte alışveriş yapmadığım mağazaya vücut kremlerine bakmak için uğramıştık.

Hatun ne alacağından emin mağazanın içinde dolanırken, o tarihlerde vücudumun bana ihanet etmesi sebebiyle dünyanın en nadir ötesi egzamalarını yaşamam nedeniyle bende very dry cilt serisinden tedavi amaçlı bir ürün alarak çıkmıştım mağazadan.

Aklıma eserse sürerim diye...
Kim uğraşacaktı her duştan sonra sür allah sür...

Senmisin böyle düşünen... Beden öyle bir azdı ki, kremsiz-losyonsuz yaşayamaz oldum !
Eller için ayrı, vücut için ayrı...
PH derecesi mühim ötesi mühimlikte, sabun kesinlikle yasak ! Eczanede satılan köpürmeyen, sabun ihtiva etmeyen vücut temizleyicileri iğrenç ötesi bir kokuda...

Yani, her ne kadar miiis gibi kokulu kremlerle vücudu kremlemeyi sevmesekte en azından güzel kokan bi şeylerle yıkanalım dimi... Mantığıyla The Body Shop'un müdavimi oldum.

O tarihlerde, memlekette sabun ihtiva etmeyen, miiisss kokulu vücut temizleyici bir tek onlarda vardı.
Ve Ozy Ozborn, sağlık sebebiyle alıştı duştan sonra kremlenmeye...

İyileştikten sonrada bırakmadı... Yaşadığı acı tecrübeler sebebiyle cildini nemsiz ve kuru bırakmamaya and içti !!! Zaman geçtikçe artık Shea yağı özlüleri bıraktı, binbir çeşit meyve kokularına sardı...

Dün saat 1605.
Hızla metroya yürüdü, alışveriş merkezinin durağında indi.
Eskiden lüzumsuzca bulduğu şey artık damarlarına işlemiş bir zorunluluk-olmazsa olmaz olduğundan markanın sadece yeni yıl için çıkardığı özel ürün bitmeden bir kaç ay yetecek kadar almak istiyordu.

Plan sonderece basitti. Alışveriş merkezine gidecek, mağazanın bulunduğu kata çıkacak, özel üretim Amber'in body butter'ını alacak, sonra yeniden metroya yönelip spora gidecekti. Bu arada para çekmeyi unuttuğundan cebinde de parası yoktu. Aslında bu alışveriş olayını sevgilisiyle yapacaklardı ama Ozy'nin bir sorunu vardı: Aklına koyduğunu o an- o gün yapmazsa olmazdı. Ölür mölürdü !!! Yapılacaksa yapılacaktı! Sevgili kusura bakmayacaktı. Onunla gidildiğinde de bir şeyler bulunurdu almak için... Ürün bitermiter sonra animallah olmazdı...

İçeri girdi, yeni ürünlerin çıktığını gördü. Arada çıkan yeni ürünleri pek sevmezdi. Biraz tutucuydu. Papaya ve Hindistanceviiznden başka ürünlerin kokusunu sevmezdi. Diğerleri çok meyve meyve gelirdi. Mesela çilek... Aman tanrım reçel kavanozuna düşmüş gibi buram buram kokardınız o yüzden önyargıyla yeni ürünü şöyle bir kokladı... Kokladı... Kapının yanında duran sepetlere uzandı ve on o dakika tüm vücudunu farkında olmadan saran alışveriş tutkusuyla kendisini kokuların cazibesine kaptırdı.

Film kopuk !!!

Böğürtlen
Kızılcık
Amber ki kehribar...
Mandalina ve orkide karışımı nefis bir meyve-çiçek karışımı...
Eski dost Shea'nın o saf sütümsü kokusu...
Başka başka, illa sürdüğü şeyle yıkanıcam takıntısından hepsinin vücut şampuanları...

Hıııııııım, yuuummmy, yuuummmy...
Sınıf sınıııııffff...

Kasaya gitti, parasının olmadığını hatırladı...
Olsun, teknoloji saolsundau. bankamatik kartını kasaya uzattı. Çoğu ürün %50 indirimli olduğundan olabilecek en mi en uzuz alışverişini yapmış olmanın keyfiyle mağazadan ayrılıp sporuna gitti.

Eve geldi, duşa girerken aklı karıştı...
Bu akşam acaba ne koksam dedi...
Hıııım hııııııım...
Neee?

Kızılcıkta karar kıldı...
Yıkandı, kremlendi ve tüm ev birden kızılcık marmeladı gibi kokmaya başladı...

Tanrım ben manyakmıyım dedi...
Evet manyaktı...
Bu ay kanama öncesi, alışveriş manyaklığı kokulardan vurmuştu onu...

Binbir çeşit misss miisss koku... Sınıf sınıf... Koku...
Kokmak istiyordu...
Kokmak...

Herzaman ki kokusunu çok seviyordu ama senelerdir onu kullanmaktan hafif bir gınna gelmişti... Farklı, güzel kokmak istedi...

Ama marmelata döndü...
Kokarcasın dedi kendine...
Kokarca oldun kızıııııım...
Hem de ne kokarca...
Mukadderat !

Sonra geçmişi hatırladı... O pazar gününü... Kadın olmanın tadını-keyfini çıkarmayı biraz abartmıştı... Gülümsedi... Başka bir arkadaşının sözlerini hatırladı '35'ne gel, o zaman kadın gibi davranıcaksın' diyen... Yine gülümsedi... Bazı kadınlar doğuştan bazılarıda sonradan ediniyorlardı işte... Ama hiç bir zaman keyif almak için geç değildi-olmuyordu...

35'den sonra kadın olmanın keyfini kızılcık kızılcık kokarken çıkarırken, annesinin kızılcık marmelatlı kurabiyesini özlediğini farketti...
Hııım olsada yeseydi sütle diye düşünerek mutfağa gitti...

12 Ocak 2009 Pazartesi

İstanbul...

Senelerdir gitmek istediğim Fest Travel’ın düzenlediği günübirlik tarihi İstanbul gezilerine sonunda hava muhalefetine rağmen bu hafta sonu katıldım.

İlk gezi; Köşe bucak Haliç, ikinci gezi ise Adım adım Beyoğlu: Galata idi.

Okul sıralarında tarihini öğrendiğiniz ve unuttuğunuz, mesleğinizden ötürü bir gün gelip dolaşmak lazım diyerek senelerdir önünden geçtiğiniz semtleri bir sanat tarihçisiyle beraber dolaşmak harika bir deneyimdi.

İstanbul ne, İstanbullu olmak nasıl bir şey, bu şehri var eden ve hala her şeye rağmen ayakta kalmasını ve güzelliğinden hiç bir şey yitirmemesini sağlayan değerler, tatlar neler bunları gördüğünüz, hissettiğiniz, düşündüğünüz bir geziydi.

Senelerdir Fener-Balat semtlerinin önünden geçip çevre yoluna kıvrılırdım. Dalan döneminde yapılmaya başlanan çalışmaları arabanın içinden görür, artık köhneleşmiş bile olsa çok güzel gelen eski binalara bakar, elden geçseler ne harika olurlar diye düşünürdüm. Ve hep bir gün eski taş duvarların arkasına geçip dolanmayı dilerdim.

O gün geçen hafta sonuymuş.

Haliç Bizanslılar döneminden beri İstanbul’un yüzyıllar boyunca seçkin yerleşim yerlerinden biri olmuş. Günümüzde maalesef bu seçkinlikten eser yok.

İstanbul kurulduğu günden beri devingen bir yerleşim yeri olmuş. Hele genlerimizde hala var olan geçer-göçerlik nedeniyle İstanbul günümüzde de devingen ötesi bir devingenlik yaşamakta.

Yüzyıllarca seçkin bir yerleşim merkezi olmuş yerler günümüzde öyle değil. Belirli dönemlerde, ihtiyaç, moda vs. gibi nedenlerle şehrin içinde yeni yerleşim yerleri gözde olmuş ve hala olmakta.

Tuhaf bir milletiz. Artık at sırtında geçer-göçer değiliz. Şehrin semtleri arasında geçer-göçerliğimizi devam ettiriyor ve bunu yaparken de yüzyıllarca yaşam alanı olarak hizmet vermiş yerleri kimsesizliğe-yıkıma-köhneliğe-yok olmaya terk ediyoruz.

Oysa hala Fener ve Balat semtleri seçkin olabilir.
Hala orada çok güzel yaşamlar sürülebilir.
Merkeze bu kadar yakın, denizi gören, müstakil evli yaşamlar…
Ve yüzyıllardır var olmanın, yaşanmışlığın keyfi tadı…

Ama maalesef Fener ve Balat semtlerinde dolanırken İstanbul’un tarihini, İstanbullu olmayı öğrenirken, hissederken bir yandan da yok olan bir tarihi-kültürü derinden yaşıyor ve hissediyorsunuz.

Balat ve çevresinde başlatılan restorasyon çalışmalarını umut verici bulmuştum. Hatta bir mimar olarak gidip gönüllü çalışmayı bile düşünmüştüm. Gezi sırasında bitmiş birkaç örneği gördüm ve hayal kırıklığına uğradım. Etliye-sütlüye-suya-sabuna dokunmadan tarihi eser statüsünde olmayan ya da o statüde ama derecesi önemsiz olan binalar restore edilmiş. Güzelim Yahudi binaları, Bizans surları, kiliseler kaderlerine terk edilmiş…

Bir ortaçağ sevdalısı olarak yurt dışında gezilere katıldığımda nerde şehir suru var, kale var, 13,14 ve 15.yy’dan bir şey var gider onları bulurum. O dönemin eserlerinin korunması-yenilenmesi büyük bir keyif verir bana. Benim şehrimde güya ortaçağda yaşamış-var olmuş bir şehir olmasına rağmen izler, eserler, değerler, kültürler yok denecek kadar az. Yooo az değilmiş… Bir uzmanla gezince sıradan mezbelelik gibi görünen şeylerin evet ‘şeylerin’ o dönemin yaşanmışlıkları, şehrimizi var eden tarihimiz ve kültürümüzün olduğunu görüyorsunuz. Ve şaşkınlığa uğrayıp vaaay diyorsunuz, hala Bizans’tan, Ceneviz’den kalma bir şeyler var yani… Var var… Şehir çok güzel bir şekilde onca olumsuzluğa rağmen Ortaçağ izlerini saklıyor, yaşatıyor… Ama daha ne kadar o halde kalmaya devam ederler o ayrı…

En acı olan, tüm Türkiye genelinde Türk olmayan-İslami olmayanı doğru dürüst korumamamız.
Evet şehrin ilk tarihi Hıristiyan izler taşımakta. Beklide şehirde Osmanlıların inşa ettiğinden daha fazla İslami olmayan dini yapı var. Tüm bu yapıları restore ettiğimizde gayrimüslim dünyaya İstanbul’un İslam şehri değil Hıristiyan şehri sinyalini vermekten korkuyoruz belki de.

Ama unuttuğumuz bir şey var, İstanbul’da Hıristiyan öncesi döneminde izleri var. Dünya var olduğundan beri yüzyıllardır bu topraklarda yaşamış, İstanbul’da yerleşim kurmuş tüm kavimlerin, imparatorlukların, dinlerin kısaca insanlığın izi bunlar.

Geçmişi hiçe sayarak bugünümüzü yaşayamayız ki…

İstanbul 2010’da Kültür başkenti olacak. Ve reklam panolarında ‘Sahne senin İstanbul, kültürler yeniden sende buluşuyor’ yazıyor. Kültürler hep buradaydı. Bir yere gitmediler ki. Biz sadece onların önünü yeni binalarla kapadık, sıvayla sıvadık.

İstanbullu olmak sadece şu ana çözüm üretmekle olacak bir şey değil.
Geçmişi ortaya çıkarmalıyız.
Galata’da ki Ceneviz surlarını onarmalıyız. Yıkık dökük bakımsız bir han olarak kullanılan Ceneviz sarayını onarmalıyız, Haliç’te ki Bizans surlarının üzerinde biten bitkilerden onları arındırmalıyız, surların yanında ki yeniçeri karakollarını restore etmeliyiz.

Bir şehrin eski kapısından içeriye girmek nasıl güzel bir duygu biliyor musunuz? Yüzyıllardır o kapıdan içeriye adım atmış, o kapının önünde beklemiş insanların ruhlarını, yaşanmışlıklarını hayal ederek geçmişin izlerini taşıyan şimdiye adım atmak…

Yakında seçimler var. İstanbul’un belediye başkanı olmak kolay bir iş değil. İstanbul’un çözülmesi gereken ulaşımı, hastanesi, yolu, suyu, elektriği kadar mühim tarihi ve kültür sorunu var.

İstanbul’u İstanbul yapan, bunca hükümdarı almak-sahip olmak için cezbeden şehrin olmazsa olmaz yaşam taşlarını yok saymak ne kadar doğrudur acaba?

Şu anıyla değil geçmişiyle İstanbul İstanbul ve bizim.

Fener ve Balat’taki Rum, Ermeni ve Yahudi binalarıyla, dini yapılarıyla, Osmanlı köşklerinden kalma taş odalarıyla, Galata ve çevresinde ki Osmanlı ve Ceneviz binalarıyla…

Gerçek İstanbul can çekişiyor.
Günümüzde İstanbul’un ilk kurulduğu yerleşim yerleri kaderlerine, unutulmuşluğa terk edilmiş durumdalar.
AB ve UNESCO destekli çalışmalar ise yetersiz.
Her İstanbullu devletin yardımı-desteği yanında kendiside bireysel katkıda bulunmalı kültür mirasının korunması için.

Eski İstanbul yavaş yavaş yok oluyor…
Yok olması yeni yerleşim yerleri açmayacak. Bizi biz yapan değerlerimizin, kültürümüzün yok olması demek bu.
İstanbul birçok milletin yaşadığı topraklardan olmuş hep. Onların izlerinin silinmesi şehrimizin sıradan, tarihsiz, kültürsüz, yaşanmışlığı olmayan sıradan dağ kasabalarından biri olmasına neden olacak.

Hepimiz devletimize bir sürü vergi ödüyoruz. Ödediğimiz onca vergiden biri İstanbul kültür varlıkları için alınsa. Ve devletten-varlıklı özel şahıslardan beklemeden şehrimizin tarihi dokusu bizlerin katkılarıyla onarılmaya-korunmaya başlanılsa.

Bence İstanbul’un tarihi ve kültürel değerlerinin korunması ve kurtarılması için, çok özel bir koruma kurulu kurulması gerekmekte. Hiçbir siyasi partiye ve ideolojiye bağlı olmayan, mesleğinin uzmanları mimarlar, sanat tarihçileri, arkeologlar ve restarotörlerden oluşan bir ekip şehirdeki bu dallarda eğitim veren üniversitelerin öğrencileriyle birlikte gerekli tüm inceleme ve araştırmaları yapıp doğru bir biçimde gerekli olanın yapılmasını sağlamalı.

Düşünsenize sadece İstanbul’un tarihi ve kültürel değerleri için hizmet veren, hiçbir çıkar gözetmeksizin, İstanbul’un yetkililerine bile karışacak, araştıran ve üreten bir kurum. Kurulacak kurul, Büyükşehir ve ilçe belediyeleriyle ortak çalışmalı, ortak çözümler üretmeli. Tüm eserlerin envanteri çıkartılmalı, hangi dönemde yapıldıkları tespit edilip, dönemin malzemesine uygun onarım yapılması sağlanmalı. Günümüzde duvar tekniğine bakıp doğru tahlil edilemeyen bir sürü bina yanlış sınıflandırılıyor. Bizans’a Osmanlı Osmanlı’ya Bizans deniliyor…

Var olan Anıtlar Kurulu maalesef beklenen hizmeti yeterli-doğru ve kaliteli bir biçimde verememekte. İstanbul için daha kapsamlı ve daha aktif, kısıtlanması olmayan elindeki imkanların, yetkilerin kısıtlanmadığı, bilimsel, teknik ve sanatsal inceleme ve araştırmanın imkanlı olduğu bir kurul gerekmekte.

Ama bu güzel bir hayal.
Hiçbir yetki merciinin böyle bir kurula izin vereceğini sanmıyorum.
Düşünsenize Büyükşehir Belediyesi bile ona danışmak zorunda kalacak ve hayır cevabını alınca oturacak!

Zor…
Şehri kurtarmak elimizde ancak alıştığımız bu düzensiz düzende, var olmuşlukta zor.

Gerçek İstanbul eriyor…
Ceneviz surları yok oluyor…
Osmanlı çeşmeleri, camileri, konakları kaderlerine terk edilmiş durumda…
Hele gayrimüslim yapılar dindaş olmadığımız için hiç şansları olmadan çürümeye mahkûmlar.

Bu hafta sonu atalarımın senelerdir yaşadığı bu şehrin gerçek bölümünün küçükte olsa bir bölümünü gördüm.

Gerçek İstanbul’u gördüm.
İstanbul ne onu gördüm, öğrendim.
Ama şunu iyi anladım İstanbullu olmak zor…
Benim ailem gerçek İstanbullu buna rağmen ben bile İstanbul’u bilmiyorum sonradan gelen ne etsin?

Aslında çok basit; Sahip çıkmak yeterli.
Devletiyle-sivil toplum örgütleriyle…

2010 Kültür Başkenti… Onca proje var… Ama hiç biri kurtarmaya yeterli değil İstanbul’u.
Kültürler buluşuyormuş…
Kültürler zaten burada…
Biraz onarımla ortaya çıkacaklar ama…

Neyse…

9 Ocak 2009 Cuma

No Fuma

Elimde şarap kadehi güzel güzel gülümserken birden kahkahayı koyuveriyorum.
Karşımda oturmuş beni izleyen gözleri bir anda değişiyor...
Bu kadar komik olan ne acaba diye düşünürken, karşısında ki ben kadehi masaya bırakmamla kahkahalarımın şiddetiyle masaya kapanıyorum.
Şaşkın şaşkın oda gülüyor... Ama henüz ne olduğunu anlayabilmiş değil...
Bende...
Gülme krzim geçip başımı masadan kaldırdıktan sonra hıçkırıklarla göz yaşlarım boşalmaya başlıyor.
Noluyo leeeyn diyorum kendi kendime... Noluyo bana... Derken yeniden gülmeye başlıyorum.
Kalkıyor, yanıma geliyor, başımı bedenime yaslatıyor ve ne üdüğü belirsiz duygusal patlamamı yaşamama sakince izin veriyor.

Kahkahalarla-ağlama karışımı kriz geçtikten sonra, şaşırmış hafifçe paniklemiş yüzü bana destek vermek için gülümsemesiyle aydınlanıyor...
İyim diyorum... İyim... Ama bi saigara içebilseydim daha iyi olacaktım.

01.01.2009
Senelerdir baca gibi tüten biz sigarayı bırakma kararı aldık.
Yeni yılın ilk günü bırakılacak.
Tamam mı tamam...

Eski yılın son gecesi ve yeni yılın sabah saatlerine kadar hem tütünü hemde alkolü sömürmüş biz için, uyandığımız yeni yılın öğlen saatinde zaten sigara içebilme yetimiz namümkündü.

Biraz ayılıp kandaki alkol seviyesi yerini kana bırakmaya başladığı anda vücutlarımız normal alışkanlıklarını ister ve arzular hale geldiğinde ikimizde çok bilmiş ve inat bir şekilde biz sigarayı bıraktık içmizceeez diye ahkam kestik. Taki ben akşam yemeğinde güzelim bonfilenin yanında kırmızı şarap içene kadar...

Aslında vücudum 3 günlük nikotin stoğunu bir gece önce doldurmuştu. Nikotine ihtiyacım yoktu ama bağımlılık denilen şey damarlarımı, bedenimi, ruhumu ele geçirdiğinden güzel güzel yenilen yemekten hemen sonra duygusal bir krize girmeme neden oldu.

Sigaraaaaaaaaaa diye inledim.
İstiyorsan iç dedi.
Hatta birlikte geçireceğimiz bu 4 gün boyunca içelim sonra bırakalım.
Olmaz. Kendimi tanıyorum. Küçük bir çocuk gibiyim. Yapma denilen şeyi yapmaya pek bi meraklıyımdır.
Tek başımayken şeytan beni çok güzel ele geçiriverir ve ne irade ne gurur hiç birşeyden eser kalmaz...
Daha önceki sigarayı bırakma denemem 24 saat dolalı 1dk. olmuştu ki bozuldu... Ondan bilirim...

Bırakacaksak ancak bu sürede bırakabilirim. Devam...
Devamda anasını satayım, adam yılbaşı hedeyesi olarak paraya kıymış en bi en sevdiğim konyaktan getittirmiş... Yeni aldığı kahve makinesinde binbir çeşit dünya kahvesi yapabilme seçeneği mutfakta dururken... O nefis kahvelerle konyak ziyafeti yaparken içmeden durmak na mümkün!!! Hele ev full alkol doluyken, bide tüm planlanan aktiviteler yemek-içmek üzerineyken...

4 gün boyunca irade ve sabır gücü sınandı.
Uyuşturucu bağımlısı şeklinde ciddi ciddi nikotin krizlerine tarafımca girilip, adamla her türlü kavga çıkarıldı.

Adam son derece coll vaziyette, kendi krizlerini gizleyerek bana harcadı tüm enerjisini...
Sonuç: Tam 9 gündür sigara içilmemekte.
Ama can bu patlıcan değil, şeytan bu rahat durmaz şeklinde beynim bir sürü oyun oynamakta bana...

4. günün sonunda sigara arzulama ihtiyacınız azalıyor. Sonraki günler sizin kendi geyik arzunuz. Vücut içmedende yaşanılabildiğini öğreniyor.
Herşeyin kokusu olduğunu yeniden keşfediyor ve anaaaaa kokuyo lan buuu, hemide nefis diyorsunuz...
Merdivenle çıkarken nefes nefese kalmıyor, benim gibi öğrencilerini forma sokmak adı altında yakinen ilgilenen spor hocanızın işkencelerine nefesiniz yeterek katlanabiliyorsunuz artık.

Sigarayı bırakmam en çok hocamın işine yaradı.
Kardio çalışmalarım arttı. Yeter hoca... Yeter. Kadın dediğin azcık balık etli olur bu kadar yorma beni. Ne etli olursan ol, 45 dk. yapacaksın ve daha hızlı çevir o pedalları...

Yeniden sigaramı başlasam acep?

Özleniyor namuzsuz.
Güzel bir kahveden sonra, yemekten sonra...
Bazen hiç sebep yokken canınız tarifi imkansız bir şekilde çekiyor onu.
Alkol onsuzda içiliyor ama daha çabuk sarhoş oluyorsunuz. Niye mi? Sigaradan aldığınız bir fırtı bardaktan alıyorsunuz. Peş peşe yudumları sallıyorsunuz öyle oluncada hıııçk benn bu sayıda şaarhhoj olmazdııım hıçk noluyooo yaaaa oluyosunuz.

Özleniyor.
Özlenemsine ama, geçen gün bir arkadaşın sigrasından bir fırt çektim eski tadı vermedi.
Umulanla bulunanın aynı olmadığı şoklar gibi oluyor tadı.

Sigara olayı bana şunu gösterdi; zaten biliyodum ama daha bi netlik kazandı biz müthiş bir çiftiz yahuuuu. Böylesine zor, deli eden, zahmetli, acı veren birşeyi birlikte birbirimize destek vererek başarmış olmamız müthiş birşey. Bir çiftin sevişmek-çocuk yapmak gibi aynı anda yaptığı keyif-eylem benzeri bir olay bence birlikte sigarayı bırakmamız.

Hem bireysel olarak hemde ilişkimize çok şey kattı.
Ne diiim, benim yerimede bi fırt çekin beeeee... derin olsun ama... ciğerleri bayram ettireninden... Hatta kahveyle içtiğiniz ilk sigaranızdan olsun...

Eee napim, unutulmaz yarim o benim. ;)