Ozborn'dan Merhaba...

Ortaya karışık, akla, yüreğe ne düşerse buraçta...

Etiketler

19 Ağustos 2008 Salı

Yaz geçer yine gelir...

Yaz geçer yine gelir…
Murathan Mungan’ın bir şiiriymiş…
Doğru yazlar geliyor ve geçiyor… Kıştan sonra hep yaz geliyor… Küresel ısınma sebebiyle biraz farklıda olsa artık, hep yaz yine geliyor… Bir iki derecelik değişimler sebebiyle gelmeyeceği güne kadar…
Ne o karamsarmıyım?
Bu kadar basit ama etkili bir şiir cümlesinin düşündürdüklerindeyim…
Yazın geçip yine gelmesi gibi birçok şey hayatımızda bu kadar basitlikte geçiyor ve yine geliyor…
Yaz geldi…
Yaşıyorum…
Geçmesine az kaldı…

Truman Capote’un satırlarındaki gibi ‘onu bekleyen yazı, önüne serilen ve o ilk özgür, kaba saba, yalın fırça darbelerini vuracağı, boş bir tuvale çeviren, keyifli, şen bir heyecan…’ yazımı yaşıyorum.

Alaylı bir gülümsemem var…
Kaç yaşında kaç özgür yaz geçirmiş bir kadınım… Ama bu yazın farklı geleceğini düşünüyordum…
Öylede oldu…
Yazım geçecek ve yine gelecek…
Kim bilir ben ne yapıyor olacağım?
Mutlu, mutsuz, geçer göçer, aşık, aşksız…
Hangimiz bilebiliyor ki?

Önümüzdeki tuvallerimiz fırça darbelerimizi hoyratça savurmamızı bekliyor…
Hoyratça mı? Belki bazılarımız softça, fırçanın tuvale değip değmediği belli olmayan dokunuşlar yapacaksınız… Ama nedense ben hoyratça… Neden soft değil de hoyratça?
Önümdeki tuvalde karalamalar var…
Asıl halini aldığında görünmeyecek altta kalan çalışmalar…

Büyük ressamların eserlerinin altındaki gerçekleri öğrenmeyi severmisiniz?, merak edermisiniz ben ederim…

Avrupa’da bir müzede olmak istedim şimdi… Kendinden geçmiş bir esere bakarken… Goya’nın çıplak Mayası geldi aklıma… Bende tombul olduğumdan mıdır acaba? Ne güzel bir tablodur o! Ne renkler vardı tam hatırlayamıyorum… krem, beyaz uçuk mavi ve su yeşili geliyor aklıma… Emin değilim ama emin olduğum şey heybeti… Ne güzel bir büyüklüktedir Maya… Ne güzel bir kadındır… Utanmadan çekinmeden yağlarının, kadınsı kıvrımlarının sergilenmesi ve edebi yete ermesi Goya’nın fırçasında…

Nerden nereye atladım…

Önümde Maya’nın ki kadar büyük bir tuval yok…
Önümde normal boyutlarda bir tuval var…
İmgemde kırmızılar, siyahlar azcık beyaz var…Hoyratça atılmış darbelerle yapılmış iç içe girmiş renkler…

Yaz geçer, yine gelir…
Kim bilir nasıl gelir…
Ama bilinen bir şey varsa o da; her gün güneşin doğduğudur…
Görmek, yaşamak, beklemek sizin tercihiniz…
Yaz geçecek…
Yine gelecek…
Gelecek…

8 Ağustos 2008 Cuma

Gün doğuyor... (deneme)

Bir ada...
Ada da bir tepe...
Küçük bir taş ev...
Duvarlarından, pencerelerinden ve kapısından rüzgarın sesi duyulmakta...
Rüzgar sadece dışarda esmemekte...
Odanın içinde...
Yatağa kıvrılıp yatmış kadının yüreğinde esmekte...
Kadının yüreğindeki dışardakinden daha fazla esmekte...
Fırtınalar kopmakta kalbinde bedeninde...

Dışardaki rüzgara karışan içindeki fırtına arada hıçkırıklarıyla daha bir keskinleşmekte...
Hıçkırırken vücudu sarsılmakta...
Boğazından kopan hıçkırıklar boağazını parçalamakta...
Gözünde yaş kalmamasına rağmen ağlamakta...

Gözleri, kalbi, bedeni, boğazı her yanı acımakta...
Gözlerini yumsa ve herşeyi unutsa...
Tüm arzusu bu aslında...
Uyandığında beyni, anıları, hatıraları yaşadığı tatlar kalmasa...
Gözünün feri çekilmiş bir halde öylece gözünü bir noktaya ikip yaşasa...
Mutluluğu-mutsuzluğu bilmeden...
Hiç birşeyi bilmeden-yapmadan...

Hıçkırıklarıyla arsılan bedenini hafifçe gıcırdayan yataktan doğrultup şarap şişesine uzatıyor elini...
Bu kaçıncı kimbilir?
Artık güzel mi kötümü tadı umrunda değil...
Tek arzusu uyuşmak...
Unutmak, hatırlamamak...

Nefes alıyor ama alamıyor...
Ağzına dolan göz yaşlarının arasında ılık ılık şarap boğazından aşağıya akıyor...
Bir hıçkırık dalgası geliyor...
Boğazı açıyor...
Ağzındakini boğulmamak için tükürmek istiyor ama yutuyor...
Bir inleme kopuyor boğazından...
Bir göz yaşı seli daha geliyor...
Elini eski komidine uzatıyor sigarasını alıyor...
Yanan kibriti söndürmek yerine ateşin parmakalrının ucuna doğru gelmesini izliyor büyülenmiş gözlerle...
Ah tanrım neden çıldıramıyorum? Keşke şu an çıldırsam... Mantığım gitse yok olsa...
Kibriti aceleyle sallayıp taş zemine atıyor...

Dağnık bir yatak...
Yerde sigara kutuları, şarap şişeleri...
Saçları pis...
Gözleri açılamayacak kadar şiş...
Yüreği özlem ve acı dolu...
Kırgın, güvensiz, umutsuz, ürkek, mutsuz...
Şarabından bir yudum daha alıyor...
Penceresinden denizin üzerinden doğan güneşe bakıyor...
Küçük bir umut kırıntısı kıpırdıyor yüreğinde...
Yüzü beyninin bir anlık unuttuğu acılarla mutlulukla aydınlanıyor...

Gün doğuyor...

5 Ağustos 2008 Salı

Paket

Hayat seçimlerimiz ve bizden beklenilenleri yapmakmıdır?
Bilemiyorum...
Zaman zaman kendi seçimlerimizi bile hayata geçirmekte, yaşamakta teklerken başkalarının bizden beklediklerini yapmak?
Yanlış başladım aslında... Sorumluluk almak ve almamak asıl başlık.
Benken biz olmak...
Tekken çoğul olmak...
Sevmiyorken sevmek...
Yapmıyorken yapmak...
Herşeyden çok onun yüzünün gülmesi, mutlu olması arzusu...

Kaderimizi biz belirliyoruz...
Farkında olduğumuz yada olmadığımız seçimlerimizle yönlendiriyoruz hayatımızı...
Hiç birşey armut piş ağzıma düş şeklinde gelmiyor önümüze...
Ha evet, geliyor bazen... Çocuklarını hala bebek gibi gören ailelerce herşey pişip öne konuyor, çiğnemeye hazır !

Ne istediğini bilmek her zaman kolay değil.
İstediğin şeyin yanında gelenlerde var...
Mukadderat !!!
Deodorant alırken yanındaki kampanya paketi sevindirirken aynı şey bir insanı hayatınına soktuğunda olmuyor !!!
Olamıyor...
Gel-gitler yaşıyorsun...
Yapabilirmiyim?-olabilirmi?

İstediğin ne?
Ömrünü nasıl ve ne şekilde geçirmek istiyorsun?
Senin arzuların-isteklerin mi yoksa seni canlarından çok seven insanların mı istekleri-arzuları...

Sorumluluksuz bir hayat malesef yok!
Hele vicdanlı bir yaratıksanııııııız... O takmaz, o sorumluksuz halinizin altında ne yanardağ patlamaları olur... Yaşayan bilir ancak !!!

Bir insanı kaşı ve gözü için mi sevmek yoksa kusurlarıyla kusursuz olan haliyle mi?

Hepimiz tekiz, bireyiz güya...
Ama öyle değiliz...
Ailelerimiz, arkadaşlarımız, huylarımız, suylarımız, gakımız gukumuzla çok ama çoook kalabalığız.
Evet dışardan tekiz...
Ama arkamızda, içimizde bir ordu var.

Birini sevmek herşeyiyle kabullenmektir.
Öyle şununu beğenmiyorum, şuyunu sevmiyorum, yüzde bilmem kaç seviyorum mantığıyla olmaz sevgi...
Huyuyla suyuyla, gıcıklıklarıyla, sevimlilikleriyle seversin !
Seversin işte !
Nasıl ailen deli etsede atıp satamadığındır sevdiğinde öyle olmalıdır !!!

Huylar-sular, yetiştirilişler, alışkanlıklar farklıda olsa bir yerde buluşmak-kavuşmak gerekir.
Olmaz öyle benim dediğim, benim istediğim mantığı !
Aşkta-sevgide höt höt düz mantık yoktur!
Esnek olmak gerekir...
Özveride bulunmak gerekir...
Amaan neyse boşver demek gerekir...
Yanımdaya beraberiz ya...
Varsın %100 olmasın o her neyse...

Sevdiğinin sevdiğini sevmeye çalışmalısın... sevmesende denemelisin... Olmuyorsa en azından denemiş olursun...

Yaptığın şeyden hırlasanda onu mutlu edeceğini bildiğinden yaparsın... Bilirsin o da sana aynı koşullarda yapacak, davranacak...

Önemli olan beraber nefes almaksa...
Beraber uyanmaksa...
Aynı zenginliği, aynı yokluğu yaşamaksa...
Birlikte gülmek, ağlamaksa...
Zor ve yapılamaz diye birşey olmamalı...

Belki arzu ettiği gibi yapamayacaksın ama o denediğini bilecek...
Sen onun denediğini bileceksin...

Sorumluksuz bir hayat varmı?
Nasıl bir ömür istiyorsun?
Bridget Jones'un yaşlanınca wahşi köpekler tarafından yenme hayalini mi?
Her günün, hayatlarımızdaki insanların, ailellerin, rüzgarın, güneşin, sıcağın, soğuğun, karın, yağmurun... getirdikleriyle başka bambaşka tatlarda dolu, dolu dolu yaşanmış, tekliğin olmadığı bizliğin olduğu bir hayat mı?

Her zaman arzu ettiğin gibi seni sevecek birisini bulma şansın varmı?
Gözlerinde kendini gördüğün?
Senin için içi titreyen, seninde onun için?

Sorumluluk dediğin nedir ki?
Sevdiğin insanı daha çok sevgiyle sarmak, daha çok mutlu etmek, yüzündeki gülümsemeyi arttırmak, onu daha çok arahat ettirmek değilmidir?

Sevmek ve sevilmek istiyorum...
Öyleyse sevgiliyle gelen ek paketide kabul ediyorum !
:)