Ozborn'dan Merhaba...

Ortaya karışık, akla, yüreğe ne düşerse buraçta...

Etiketler

3 Kasım 2010 Çarşamba

Royal Festival Hall'un düşündürdükleri...

Londra'nın South Bank bölgesinde 1951'de açılmış, 2005-07'de yenilenmiş olan içi 'modernist' yaklaşımla dizay edilmiş Royal Festival Hall, memleketinde doğru düzgün 'avrupai' kültür merkezi olmayan birisini derinden sarsan bir yapı...

Nasıl desem... Kocaman bir dünya...
Thames nehri cephesinde bir sürü kafe ve restaurant... İçinde her katta ayrı bar, memberlar için özel barlar, paronomik nehir manzarasını seyredip, Londra akşamını içine çektiğiniz teras, hediyelik eşyaların ve cdlerin satıldığı şık Southbank Centre Shop mağazası, giriş katında yer alan The Clore Ballroom'u...

Etkinliğe gitmenin eziyet değil zevk olduğu, başlı başına sizi alıp götüren bir dünya...

Ulaşım derdiniz yok... Trenle mi, metroyla mı, otobüsle mi, arabayla mı gelmek istiyorsunuz... Hepsi için alternatif var... Gittiniz ayrı-döndünüz ayrı dert değil... Etkinlik bitiminde saat geç oldu nasıl gideceğim derdiniz yok...

Etkinlik öncesi yemek nerde yiyeceğiz derdiniz yok... Binanın altındaki kafe ve restaurantlardan gönlünüze-cebinize uygun olanı seçip karnınızı doyurup, telaşsız etkinlik saatinde merdivenlerden usul usul çıkıp salona giriyorsunuz...

İster mağazada, ister içerdeki barlarda vaktiniz varsa keyifle takılıyorsunuz...

Dans etmeyi seviyormusunuz? Nerde dans edeceğim diye bir sorununuz yok... The Clore Ballroom her gün saat 13'ten 18.30'a kadar canlı müzikle size dans etme imkanı sunuyor...

Saat 16'da profesyonel dansçılar geliyor... Amatörler ve prolar aynı anda, arzu ederseniz birlikte dans edebiliyorsunuz...

Neredeyse tüm öğleden sonranızı etkinliğe katılın veya katılmayın geçirebileceğiniz bir bina...
Yaşam olan...
Dışardaki hayattan farksız... İçerde başka bambaşka bir hayat...

Etkinlik saatinde kapılar zamanında açılıyor, etkinlik zamanında başlıyor...
Bedavacılık, saygısızlık yok...

Ey güzelim memleketim...
AKM'mizde güya yaşam barındıran bir bina... Hatta binaydı...
2 konser salonu haricinde, tiyatro ve sinema solonları, üstte borsa lokantasıyla...
Sinema salonunu herkes bilmez mesela... Oysa bilmeliyiz... Oysa ordada neredeyse tüm günü geçirebilmeliyiz... Yaşamalıyız, sanatı solumalıyız...
Telaşsız, keyifle... Yok restaurant açacaklarmış yok içki satılacakmış yok bilmem neymiş...

Peki diğerleri? İstanbul'da adam gibi topluca herşeyi içinde barındıran bir merkez varmı?

Cevahir alışveriş merkezinin yerinde nefis bir kültür merkezi olsa harika olmazmıydı?
Köprülere yakın, merkezi... Nefis bir arazi...
Otopark ve ulaşım problemi olmayan, bale, opera, konser, tiyatro, çok amaçlı mekanlar, çocuklar için alanlar...

Her yerinden sanat, yaşam, üretim fışkıran, Pompidou kültür merkezi gibi bir yer...
Yemek yediğiniz, dans ettiğiniz, fotoğraf-resim-seramik vs. eğitimlerine katıldığınız, nefis salonlarda tiyatro, sinema, opera, klasik müzik keyfi yaşadığınız...

Peeeeh !!!
Arsa kalmadı İstanbul'da... Varsada zihniyet yok!
87 yıllık bir Cumhuriyette, sanatı, sanatçısı, aydını, üniversitesi, kültürü, mimarı, teknolojisi, sanayisi, müteahhiti vs. olan koca bir ulus, medeniyetin çocuğu olaraktan daha ne kadar elalemin elma şekerine kıskançlıkla bakıcam? bakıcaz?

“Güzel sanatlarda muvaffak olmak, bütün inkilaplarda başarıya ulaşmak demektir. Güzel sanatlarda muvaffak olamayan milletler ne yazık ki, medeniyet alanında yüksek insanlık sıfatıyla yer almaktan ilelebet mahrum kalacaklardır.”

Atam'ın sözüyle bitirip bi hatırlatma yapim dedim... Ben mahrum kalmak istemiyorum. Ben yurtdışında değil kendi memleketimde insanlığı-kentliliği yaşamak istiyorum. Ve bunu sağlayabilecek bir meslek mensubuyken yapamamak beni üzüyor, yaralıyor...

Hiç yorum yok: