Ozborn'dan Merhaba...

Ortaya karışık, akla, yüreğe ne düşerse buraçta...

Etiketler

20 Ekim 2011 Perşembe

Siz hangi kızancıklardansınıııııız? *

Çocukluğum babaannemin anılarıyla geçti...
Her torun gibi bende önceleri burun kıvırıyordum babaannemin hikayesine...


Hikayesinde hep hüzün vardı, hep gidiş vardı, hep açlık vardı... Varlıklıyken yok kalmak vardı...


Ordan oraya gitmişler, açlık yaşamışlar, 1 zeytini katık edip yerlermiş... Daha tazecik bir kızken annesiyle birlikte Atatürk’ün adamlarını evde saklamışlar… Sonra bilmem ne olmuş, oraya gitmişler, buraya gitmişler, Evlenmişmiş, varlıklılarmış sonra, varlıksız kalmışlarmış… Kaç savaş görmüşmüş...


Uff babane bizde savaş gördük, çekirdek çitliye çitliye Körfez savaşını izliyoruz tamam da bu da savaş işteeee yaaa...


Abartmıyorum, babanem ne zaman savaş anılarını anlatıp, ziyankar olmayayım diye ‘bence’ beynimin etini yerken Sırpların ortalığı kan gölüne çevirdiği görüntüleri gösterip bizde savaş görüyoruz işte yapıyordum!!!


Baba tarafımda kimse geçmişten konuşmaz...
Bilmezler çünkü... O yüzden konuşmazlar...


Dedem günümüzde Bulgaristan eskiden Yunanistan topraklarında yer alan Petriç doğumlu bir imamın oğluymuş... Büyük dedenin imam olduğunu 15 sene önce öğrendim !!!
Konuşmazlar…!!!

Ailesi ölünce 2 kardeş kendi hallerinde yaşarken Bulgarlar kasabalarını işgal etmişler... Ve işkence görmüşler… Bir şekilde kurtulup mübadeleden önce trene atladıkları gibi İstanbul’a kaçmışlar…Mübadele sırasında devlet onları da mübadil olarak saymış ve Tekirdağ’ın Saray kasabasında toprak vermiş...

Dedem hiçbir oğluna başından geçenleri anlatmamış… Kasabaları nasılmış, tarlaları varmıymış-yokmuymuş… Hiçbir şey anlatmaz, arada Bulgarlar kötüdür dermiş, çok kötü…

Ne yaşandı ne edildi bilinmez, aynı ketumluğu dedemin kardeşi de göstermiş, o taraftanda bir bilgiye ulaşamadık…


Dedem Saray'ın en baba tüccarlarındanmış... O dönemde okuma yazma bilen birisi çok değerliymiş... Babaannemin babası Kadıköy güzeli mal müdürü Emin Efendi İstanbul'dan Trakya'ya tayin olunca, mal müdürünün kızına da kasabanın kelli-felli tücrarı dedem layık görülmüş !!!

Babanem maşallah 4 oğlanı peşi sıra dünyaya getirmiş...Mutlu-mesut yaşarken, Almanların Trakya’yı işgal edecekleri söylentisi çıktıktan sonra işler değişmiş… Eldekinin avuçtakinin bir değeri kalmamış…


Dedem İstanbul’da elden gider düşüncesiyle, açmış haritayı bilmediği bir şehri seçmiş çocuklarının geleceği için…


Denizde var, trende… Çocuklarım okur burada diyerek malı-mülkü 2. defa bırakarak Samsun’a göçmüş ailesiyle…


İşte burada beni dinlerken üfleten püfleten hikaye başlıyor…


Aslında üfletecek-püfletecek bir durum yok da… Türkiye tarihinin kanlı canlı şahidi babanemden değer-kıymet bilsem ne öykü kitapları-ne romanlar yazacağım anılarmış onlarda… Çocuğum işte… Her iki lafından biri tasarruf olan birisi ister istemez ergen beni üfletip-püfletiyordu…


Çok geç kıymet verdim babaannemin daha doğrusu ailemin yaşam öyküsüne…


Singer dikiş makinesi 100. yılını kutlarken anı yarışması yapınca, hem babaannemin antika, koldan çalışan dikiş makinesi hem de ailemin hayat hikayesi değere bindi!

Amaç, öykü yarışmasında dereceye girmekti… Yoksa ben kimim-neyim, anılar, dayılar, danalar umrum değildi…


Babanem anlattı ben yazdım… Yazarken galiba, atalarımın bu topraklardan değil de Avrupalı olmaları beni cezp etti ve sülaleyi ayağa kaldıracak dedektiflik çalışmalarına girdim… Ama maalesef bir sonuca ulaşamadım… Ulaşamayınca da amcalarıma saldırdım, insan merak edip sormaz mı diye !!!


Sanki düne kadar benim umrumdaydı da… Bücür aklımla dedemden dolayı Avrupa pasaportu kaparmıyım acaba cinliğindeydim zannedersem… : )

Muhacir demişler Samsun'da onlara... Kimse 4 çocuklu bu aileye ev vermek istememiş... Bodrum katı bir yer bulmuşlar... 'Çukur kahve' diyorlarmış komşuları...

Dedem pazarcılığa başlamış... Babanem şimdi antika sayılan dikiş makinesinde askerlere gömlek-don dikmeye başlamış...

Onca varlıktan yokluğa gelmek dedemi çok üzmüş... En küçük oğlu olan babam iyi beslenemiyor diye çok üzülürmüş...

Babaanneme 'muhacir' lafı çok koyuyormuş...
Koymaz mı?
Dışlayıp-yadırgayan tutumlardan çok çekmiş...
Kimsenin ev vermemesini, İnönünün memura akça pakça ekmek vermesinden daha fazla içerlemişti rahmetli...
Muhacir lafı bana da koyuyor...
Hala yanıma yanaşıp 'sen muhacir kızısın dimiiii' diyen tatlı teyzelere çok sinirleniyorum !!!
Muhacir kızı nedemek haaa ne demek?
Evladım, hokka burunlu, al yanaklı, pembe-beyazsında ondan öyle olduğunu tahmin ettim !
Etmeyin!
Osmanlı torunuyum ben!
Bir zamanlar bizim olan ama artık olmayan toprakların çocuklarının çocuğu...
Evet o yörenin insanları akça pakça, burnumuz kıskandıran cinsten de biz size ayyy kara-kuru anadolulular diye ayrım yapıyormuyuz da siz bizlere ayrım yapıyorsunuz???
Bu güne kadar ayrım iması olmadan muhacir lafını bir tek mübadil derneğinde duydum!
Ya benim bahtıma hep ayrımcılar çıktı ya da Türk milleti kıskançlıktan Tarkya ötesini ayırdı hep...

Muhacir diye kolay kolay sahiplenmeyen kente ortanca amcam, burası bizim yetiştiğimiz şehirdir, burası kalkınmalı, üniversitesi olmalı diyerek Samsun 19 Mayıs Üniversitesinin kurulmasına ön-ayak olmuştur...

Ayrımcılık yapanlara sormak gerek, memleket sizindi amma, sizden olmayan muhacir dediğiniz sizi üniversite şehri yaptı duygu ve düşünceleriniz nedir diye... ;)

Mübadil olmak kötü bir şey…


Zorla-istemeden yerinizden yurdunuzdan edilmek kadar kötü bir deneyim düşünemiyorum…


Tüm geçmişinizi, dostlarınızı, kazancınızı, umutlarınızı, bazı durumlarda ailenizi, sevdiklerinizi bırakarak yollara düşmek… Başka bambaşka bir yere istemeden gitmek… Varken yok kalmak…


Sıfırdan başlamak…
Sıfırdan bir hayat kurmak…
Mala-mülke değer vermemek…
Yılmadan, sen düşmesen de seni düşürenler yüzünden düşüp düşüp kalkmak… Varlıklı uykuya dalmak, varlıksız uyanmak…
Bir ömür boyu bitmeyen bir özlem…acı…tatsızlık yudumlamak…
Her şeye rağmen kan kussan da kızılcık şerbeti içtim ondandır diyebilmek…
En büyük zenginliğin para-mal-mülk değil, sağlık-can-sevdiklerin-insanlık olduğunu yaşaya yaşaya öğrenmek…

Gittiğin yerde 2. sınıf olmak…
İstenilmeyen olmak…
Kendini ispatlamak zorunda kalmak
Yağlı-ballı kahvaltılar yerine, ekmeğin üstüne varsa 1 damlacık zeytinyağı damlatmak…
Şeker yerine kuru üzümle çay içmek…
Ekmeğin karnesi…
Tazenin-bolun uzakta kaldığı…
Aynı bayrak altında doğmuş olsan da seni yar değil el sananlar…
Bitmeyen bir özlem…
Yüreklerde nice kırgınlıklarla toprağına, havasına, suyuna hasret kapanan aslında açık kalan gözler…

O gözleri kapayabilmek için bir kaç senedir eski Osmanlı topraklarına yol yapıyorum...

Her seferinde hüzün, öfke ve mutluluk duyuyorum...
2 sene önce amcamla birlikte arabamıza atlayıp dede toprağına gittik...
Çok farklı bir deneyimdi... Hala gezi notlarımı yazamadım...
Çok etkilendim çünkü...
Petriç'te ki halimiz öyle tuhaftı ki, bize eşlik eden Fatih ne yapacağını şaşırdı...
Hissettiklerimi doğru bir şekilde tarif edemiyorum...
Tokat yemek gibiydi diyeceğim ama onun gibi de değildi...
Tarifi imkansız bir şok/deneyim...
Her türlü konu hakkında mantıklı-mantıksız yazan ben inanın duygularımı-deneyimimi nasıl yazacağımı bilemiyorum...
Belki 2. gidişimden sonra parmaklarımdan dökülecekler bilemiyorum...

12-16 Ekim 2011 tarihinde Lozan Mübadilleri Vakfı ile Ata topraklarına gittik. Bizim kasaba artık Yunanistan sınırında olmadığından gidemedik.

Mübadil kasabalarını-köylerini-kentlerini gezdik...
Bizler gibi ataları Türkiye'den mübadil gelmişlerle tanıştık...
Konuştuk, ağlaştık, güldük...
Karşılıklı bir merhabamız  vatanı getirdi... Anıları, mutlulukları...
Şunu gözlemledim, yıllarca muhacir ayrımına maruz kalan biz mübadillerin hepsi okumuş, bir yerlere gelmişlerdi... Bir takım sebeplerden okuyamayanlar bile kendilerini geliştirmiş ve başarılı birer meslek sahibi olmuşlardı...
Çok büyük ukalalık olucak belki ama mübadiller olmasa bir sürü iyi şey bu topraklarda yapılamazdı diye düşünüyorum...
Atamız bile bizden... Daha fazla söze gerek varmı?
Fotoğraflarla kendi yazım tarzımla başlıyorum anlatmaya....
 
*Dedeme...

Hiç yorum yok: