Ozborn'dan Merhaba...

Ortaya karışık, akla, yüreğe ne düşerse buraçta...

Etiketler

11 Şubat 2008 Pazartesi

Şehirlerime...

Osmanlı'yı imparator yapan şehir diye bir kitap okuyorum.
İstanbul'u anlatıyor...
Osmanlı'nın İstanbulunu değil sadece... İlk yerleşimcilerinden, Osmanlıya geliyor...
O dönemdeki gezginlerin notlarına değiniyor...
Geçmişteki gezginlerin gözlemleri ve düşünceleriyle, şimdiyi de düşünerek bir gel git yaşıyorum...

Yazar İstanbul'un efsanelerinden bahsederken, İstanbul'un fısıltısına kulak verin diyor...
Nerde ne olmuş...
Geçmişte neler yaşanmış bastığınız toprakta, geçtiğiniz yolda, sırtınızı dayadığınız duvarda...


Okumaya ara verip, penceremi açıyorum...
Akşam çökmek üzere...
Henüz ne binası olduğunu keşfedemediğim, çatısı devasa uydu antenleriyle dolu olan bina (TRT binasını görmem mümkün değildir diyorum ama belkide o dur...) köprünün ayağını saklıyor benden...
Aradanda olsa gördüğüm köprünün ışıklarına bakıp, kuşların ve araçların seslerinin arasından İstanbul'un fısıltısını dinlemeye çalışıyorum...


Yok öyle yağma...
İstanbul hemen çözülmüyor...
Pencereni açıp kuş bakışı manzarama bakıp beni dinleyemezsin, anılarıma ulaşamazsın diyor...

Çatıların üstünden birer birer yanmaya başlayan ışıklarla hayatlara bakıyorum...
Çatılar çok hoşuma gidiyor...
Nedendir bilinmez çatılara bakmayı seviyorum...

Beni başka bir aleme götürüyorlar ve içimdeki röntgenciyi uyandırıp birer birer pencerelerden hayatlara sıvışmak istiyorum...


Londra çatıları geliyor aklıma...
Neredeyse 20 sene önceki bir anı geliyor aklıma...

Sonra Aya İrini'de ilk konser izleyişimdeki hayallerim... Kitabın etkisinden çıkamıyorum... Fatih'in annesi için bıraktığı söylenen Aya İrini... O zamanı hayal edip durmuştum tüm konser boyunca...

Sarayburnundan ne zaman geçsem, bir çuvalın içinde denizi boğlayan cariyelerin aklıma gelmesini hatırlıyorum...


Bakmakla görmek arasında fark olduğunu bir kere daha hatırlatıyor kitap...
Yaklaşık 90 yılından beri İstanbullu olan ben, son 10 yıldır tam anlamıyla yerleşik olmama rağmen artık İstanbul'u keşfetmediğimi fark ediyorum...

Bir turist gibi, bir maceracı, bir kaşif gibi...
Taşlarına dokunarak, duvarlarını süzerek, dinleyerek dolaşmayalı, kaybolmayalı çok oldu...

Farkında olsakta olmasakta gittiğimiz kentler bizi sırlarına davet ediyorlar...
Bir tarihin, bir taş duvar kalıntısının peşinden koşmamız bu yüzden...
Ama gel gör yaşadığımız şehirde yapmıyoruz bunları...
Reasüransın fısıltısını dinliyoruz sadece...
Şimdiyi...

Perşembe sabahı, gençliğimden beri çok sevdiğim, kendimi özgür ve ben olarak hissettiğim şehrime gideceğim...

Belki ortaçağ sokaklarında Shakespeare'in hayaletinin izlerini süreceğim, belki Tudor hanedanlığından bir şövalye'nin adımlarını takip edeceğim... Güne gelip yeni trendlerle dolanan gençlerin peşinden sigara içmek için soluklanacağım...

Başka bir şehrin şu anını ve geçmişini dinlemeye gidiyorum.
Döndüğümde Bizansın, Osmanlı'nın fısıltısını dinlemek istiyorum...
Şehrimi yeniden, başka bir ülkeden gelmiş gibi keşfetmek istiyorum...

2 sergi, güzel klasik müzik konserleri, fish and chips, ale ve klasik 5 çayı...
Thames kıyısında, ortaçağ sokaklarında yapılan bilinmezlik yürüyüşleri...
Biraz kafa dinleme, düşünme, şehri dinleme, hiç bir şey yapmadan Van Gough'un önünde oturma...
Tüp'ün rüzgarıyla sadece saçların değil ruhunda uçuşması...
Özgürlüğü hissetme...
Yeniden freshlenme... daha doğrusu şarj olup dönme...

Herkesin sevgilisi olan İstanbul'a 14 şubat'ta sevgiliye duyulan özen ve ilgi alkanın gösterilmesi dileğimle...

Sevgilim İstanbul,
Sevgililer günün kutlu olsun...
Seni yüzyıllardır seven ve sahip olmaya çalışan, olan ve kıymetini bilemeyen sevgililerine inat hala sevgi dolu, aşık ve aşık eden olmandan ötürü...
Kırılsanda, unutan, sevdiğimdir yapan diyen kadınlar gibi olan şehrim...
Kan kussan da kızılcık şerbeti içtim diyen şehrim...
Altınla, üstünle...
Ölülerinle, yaşayanlarınla...
Ne yaparsak yapalım kendi güzelliğini geçemediğimiz İstanbul'um...

Dinleyin...
Sevginizi duymak istiyor...

Hiç yorum yok: