Ozborn'dan Merhaba...

Ortaya karışık, akla, yüreğe ne düşerse buraçta...

Etiketler

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Makedonya'daki ayak izlerim


Uçaktan kuşbakışı dağlık, sarı ve parça parça yeşilli topraklar görüyorum


Dağlık ve sarı bir ülke diyorum…


Dedemin doğduğu yüzyıl önce terk etmek zorunda kaldığı, Osmanlı’nın 400 yıl hüküm sürdüğü, 2 milyon 200 bin nüfuslu, 9 milliyetin yaşadığı Vardar nehrinin ikiye böldüğü Balkanların güzel ülkesi Makedonya’ya amcamla köklerimizin izini sürmeye gidiyoruz…

Makedonya’nın başkenti Skopje’nin Alexanders The Great havalimanına iniyoruz…


Adı gibi değil, küçük askeri bir havalimanı… Freeshop bile yok..

Şehre ulaşmanın tek yolu taksi…


Ülke Avrupa Birliğine girmediği halde avro geçerli, ve kazanç olmadığından ucuz bir ülke. 60 dinar 1 avro ediyor…

Taksiye biniyor ve 17 km uzaklıktaki bizim Üsküp onların Skopje dedikleri 20 avro tutacak, başkentlerine doğru yola koyuluyoruz…

Yol boyunca ekili tarlalar, mısırlar, beşik çatılı tek katlı evler ve minareler bize eşlik ediyor…


Amcamla her yanından geçtiğimiz minareyi birbirimize gösteriyoruz…


Burada da, bak burada da…


Ne çok cami var… Pilot bizi Anadolu’ya mı getirdi acaba?

Üsküp’e yaklaştıkça minarelere inat dikildiği belli olan, sol tarafta yüksekten ovaya bakan haçı görüyoruz…


Vardar’ın üstünden geçip, şehrin içine doğru girerken ben mimariyi inceliyorum.


Çatıyla oynamayı sevdiklerini görüyorum. Çeçit çeşit dik çatılar. Çatı pencereleri, teraslar…


Sosyalist rejimden kaldığı belli olan bürüt beton, kübik ve kemerli pencereli modern yüksek binalarda renk yok…


Balkon ve teraslar apartmanların olmazsa olmazları… Ama balkonlar bizden farksız değil… Kapatılmış balkonlar, dışarıya taşmış uçuşan çamaşırlar…


Muhakkak şekliyle oynanmış, tasarımı yapılmış dik çatılar ve teraslarla hareket verilerek bitirilmiş binalar…

Amcamla çatıları inceliyoruz… Bir mimar ve bir inşaat mühendisinde başka ne beklene bilinir…


Çıkardığımız sonuç: İyi bir çatı çözümcüsü, tasarımcısı değilseniz Makedonya’da aç kalan bir mimar olacağınız…


Evet bu memlekette mimarlık yapmam zor gözüküyor… Sevmem çatı çözümünü… Detaylı iştir… Hele bu memleketteki çatılar…

Taksi şehrin içersinde ilerliyor ve müstakil evlerin olduğu, çatıları alengirli bir mahalleye sapıyor…


İnternetten bulduğum otel şehrin dışındamıdır nedir?


Yeşilliklerin arsından geçiyor ve sessiz bir ara sokakta duruyoruz.


Hotel Leanardo… 9 odalı 3 katlı bir binanın alt katında yer alan sessiz, şirin bir otel… Odalar temiz, konforlu… Yatmadan yatmaya uğrayacağımız bir yer için insan başka ne ister…

Eşyalar odaya atılıyor ve Makedonya maceramız başlıyor…


Amcam taksilerin ucuzluğuna bayılıyor… otelle şehir merkezi arası 1 avro tutuyor…


Yollar geniş… Kesişen çok cadde olduğu için trafik ışıkları biraz can sıkıcı…Her yerde kril alfabesi…Altında İngilizce yada Latin harfleriyle yazılışları var ama telaffuz zorluğu çekiyoruz…

Eski Kültür Bakanı yardımcısı, Tito’nun, Özal’ın, Ecevit’in, Demirel ve Evren Paşanın tercümanı, Üsküp’ün hatta Makedonya’nın sanat ve kültür hayatında önemli roller oynamış ve oynamakta olan gazeteci-şair Makedonya’nın Yörük Türklerinden İlhami Emin beyle buluşmak için Osmanlılardan kalma taş köprünün karşısındaki Makedonya meydanına gidiyoruz.


Bu meydan için, Müslüman olmayan Makedonyalılar için Üsküp’ün kalbi denilebilinir.

Vardar, şehri istemeden ikiye ayırıyor… Eski şehirde çoğunluğu Arnavut olan Müslümanlar yeni şehirde ise Müslüman olmayanlarla Türkler oturuyor… Kağıda dökülmemiş bir sınır Vardar…

İlhami bey bize sadece Makedonya’yı değil tüm Balkanları anlatıyor.

Bu topraklarda doğup büyümüş, Balkanların yaşadığı her şeyi birebir yaşamış ve yaşamakta olan bir Makedon Türkü olarak bize hem kültürümüz ve tarihimiz hakkında hem de balkanlar hakkında hiçbir yerde bulamayacağımız harika bilgilerle bilgilendiriyor, aydınlatıyor…

İlhami beyi dinlemeye doyamıyorum… O anlatırken her şeyi not almaya çalışıyorum… Balkanların yakın ve geçmiş tarihinin şahidi o…


Makedonya’da yarım milyon Arnavut, bir milyon Makedon, yetmiş bin Türk ve çeşitli milliyetler yaşadığını öğreniyoruz… Sırplar, Boşnaklar, Çingeneler, Romen asıllı Romlar, Ulah ve Torbeşler…yaşıyormuş…


Türk nüfus Osmanlı’nın çekildiği 1912’den sonra ilk göç dalgasını yaşamış… Dedemde 1912-14 arasında her şeyini bırakarak İstanbul’a gelmiş… İki kardeş… her şeyi geride bırakarak bambaşka topraklarda yeni bir hayata adım…

İkinci göç 1953 yıllarında olmuş… Sosyalist rejimin elinde insanlarımızı bırakmayalım diyerek Türkiye vatandaşlarını çağırmış…


İlhami bey Türkiye’nin o dönemde ucuz insan gücüne ihtiyacı olduğunu ve Balkan Türklerinin sanayiyi bilmelerinden dolayı çağrılmış olabileceklerini söylüyor…


Sebep her ne ise Balkanlar boşalmış… Hiçbir hakkı olmayan milletler boşalan yerlere yerleşmişler…


Şu an Makedonya topraklarında hak iddia edemeyecek milletler hak iddia etmeye çalışıyorlar…

Arnavutlar, Müslümanlığa, Osmanlı eserlerine öyle bir sahip çıkmışlar ki bayram namazını Balkanlardaki tek hünkar cami olan II. Murat caminde kılmaya gittiğinizde sizi bizim cemaatten değilsiniz diye almamaya kalkıyorlarmış…


Hey o camiyi benim padişahım yapmış… Tamam bir zamanlar sizinde padişahınızmış ama şu an geçmişinizi, tarihinizi kabullenmeyip hem ret edeceksiniz hem de onların yaptığı camiye sahip çıkacaksınız !!!

İlhami bey anlattıkça, göç olmasaymış diyorum, buralar bizim olmasa da artık insanlarımız burada yaşamayı diğer milletlerden daha fazla hak ediyorlar…


Hiç olmadığım kadar Türk ve Milliyetçi hissediyorum kendimi…


Balkan politikalarımızın yanlışlığı, yapılan umursamazlıklar, diğer milletlerin milliyetçilik adı altında yaptıkları… Tüylerim diken diken oluyor…


Vazgeçtiğimiz 400 yıllık bir tarih ve o tarihi kendi çabalarıyla koruyup devam ettirmeye çalışan bir avuç insan…


Öyle Türk öyle milliyetçiyim ki… Dönünce bu konuda neler yapabilirim düşüncesine dalıyorum…


İlhami bey görmemiz gereken yerleri anlatıyor bu sırada…


Önümüzdeki üç gün boyunca Osmanlı’nın izini süreceğiz…


İlk durak Vardar’ın karşı kıyısı eski şehir oluyor:


Taş köprüden geçip eski şehre geldiğimizde hayal kırıklığına uğruyoruz. Osmanlı’nın yüzyıllarca yaşadığı ve İstanbul’un alınmasında çok önemli bir yere sahip olan Üsküp’te neredeyse bir elin parmaklarını geçmeyecek eser var.


İlhami bey 1963 yılında yaşanan büyük depremde şehrin yerle bir olduğunu ve şehrin dışardan gelen yardımlarla yeniden inşa edildiğini söylüyor… Osmanlı eserleri de hem depremden hem de Osmanlı’nın izlerini silmek isteyenler tarafından yok olmuş…

Bir Anadolu kasabasını anımsatan eski şehrin taş sokaklarında dolanıyoruz. Hava çok sıcak. İki katlı olmalarına rağmen tek katlı izlenimi veren cumbalı, küçük pencereli evler şimdilerde dükkan.


Çoğunluk Arnavut ve Müslüman. Başlarında beyaz takkeli erkekler, yerlere kadar uzanan etekleri ve baş örtüleriyle kadınlar İstanbul’un sevmediğim muhitlerini andırıyor…


Osmanlı’nın her gittiği yere muhakkak diktiği Çınar burada da var… Avluyu kaplayan dallarının serinliğinde öğle yemeği yemek için Çınar altına gidiyoruz.


Makedonya su bolluğu olan bir ülke… Çınarın yanında durmadan akan bir kaynak var…


Çınarın dalları, kaynaktan akan suyun serinliğinde bu yöreye has olan güveçte pişirilen kuru fasulye üzerinde 5 kebap yiyoruz. Makedonya’da köfteye Kebap denildiğini öğreniyoruz… Ekmekler küçük pide şeklinde… Nefis bir lezzet… muhakkak tadılmalı…

Eski şehirde görülmesi gereken yerler; Kale (kaleye kale diyorlar. Çok olmasa da bir çok sözcük Türkçe den dillerine geçmiş) şimdilerde galeriye dönüştürülmüş, Davut Paşa Hamamı, Türkiye’nin bin bir naz sonucu kabul ederek restore ettirdiği Mustafa Paşa Camisi, Çifte Hamam,bahçesinde Yahya Kemal’in annesinin mezarının olduğu (ama yeri belli değil) İsa Bey cami, Tophane semtinde yer alan Saat Kulesi ve tek Hünkar camisi olan II Murat Cami.


Tophane semti önemli bir semt. İstanbul’un fethinden önce Fatih Sultan Mehmet bu semtte şu an olmayan bir konakta yaşamış ve fatih çalışmalarını burada yapmış… Fetihte kullanılan toplar bu semtte hazırlanmış…

II Murat Cami çok güzel. İbadet binaları çok nadir bende ibadet etme isteği uyandırır, bu camide öyle binalardandı. Güzel gözlü sarı-yeşil gözlü Türkçe konuşan Arnavut imamının rehberliğinde camiyi geziyor ve demlediği nefis çayı içerken, bu kadar iyi bir adamın cemaatinin camiyi sahiplenip Türkleri cemaatten değilsiniz diye içeriye sokmaması ne kadar tuhaf diye düşünüyorum…

Ama öğreniyoruz ki Arnavutlar Müslümanlığı Osmanlılardan öğrendiklerini kabul etmiyorlar, Makedonya bayrağını değil her durumda kendi bayraklarını kullanıyorlar, 16.yydan kalma görüntüler sergiliyorlar, büyük Arnavutluk hayalini güderek eğitimlisi-eğitimsizi tüm kadınlar en az 5 çocuk dünyaya getiriyor, bir ailede 3 farklı dine inanan çıkabiliyor ve Makedonya mafyası onlardan soruluyor…


Camiden ayrıldığımızda gün batmak üzereydi ve Zafer Bayramı için Askeri Ateşenin hazırladığı resepsiyona katılmak üzere Kurşunlu Han’a gittik. Son derece ilginçti. Türk ve Makedon bayraklarının arasında asılı Atatürk… Hanın avlusunda Türk yemekleriyle donatılmış masalar ve her ülkenin ateşeleri, Üsküpteki aydın Makedonyalı Türkler…


Çok ilginç insanlarla tanışıyoruz resepsiyonda…Balkanları bu coğrafyada yaşayan Türkleri ve onların bize bakışlarını öğreniyoruz…


Sırplar zamanında hapishane olarak kullanılmış olan şimdilerde Türkler ve Arnavutlar arasında kimin olacağı tartışmaları yapılan handan, karışık duygular içerisinde ayrılıyorum…


Zafer bayramını kutlamaktan mutluyum ama aynı zamanda Türkiye’deki gelişmelerden hoşnutsuzum, Genel Kurmay ve Cumhurbaşkanı arasındaki görüntüler hoş değildi, memleket nereye gidiyor, bu topraklarda ki sayımız ve ilgimiz azalıyor...


Amcama dönüp: Heeyt Balkanlar yine bizim olmalı ! Hiç olmadığım kadar Türk ve Milliyetçiyim…diyorum.


Amcam gülüyor, buraya gelince milliyetçi duygular kabarıyor diyor.


Ne mutlu Türküm diye ! bağırıyorum…

Ertesi gün İslam mimarisi için çok önemli sayılan bir camiyi görmek için Kalkandereye yani Tetove’ye gidiyoruz.


Ulaşımımızı rastlantı eseri bulduğumuz bir taksiciyle sağladık. Ortodoks Makedon olan Petar, şu an yüzde yüz Müslüman Arnavut kasabası olan Tetove’ye gitmeden önce arabasındaki bütün dini simgelerini çıkardı Tetove’de bizimde Müslüman ve Türk olmamızın bir anlamı yoktu. Bir çok mafya hesaplaşmasına sahne olan Tetove’de yaşayan Türkler Türklüklerini saklayarak yaşamak zorun dalarmış. Evde Türkçe dışarıda Arnavutça konuşmak zorunda kalıyorlarmış. Arnavutça konuşmuyorsanız pazardan bir kabak bile alamıyorsunuz…


Alaca Cami İslam mimarisinde tek dışı ve içi süslü, figüratif cami. Son Paşa Abdurrahman Paşa’nın kızı ölünce onun adına yaptırdığı cami bir tablodan farksız.


Caminin avlusunda gördüğümüz kuran kursuna giden iki küçük kızla yaptığımız sohbet çok ilginçti.


Kızlar Türkçe konuşuyordu ve Türkmüsünüz diye sorduğumuzda, hem Arnavut hem Türk olduklarını söylediler.


Ve İlhami bey yolda bahsettiğim durumun canlı örneği dedi.


Türküm ama Arnavut köyünde yaşıyorum o zaman bu gizli kalmalı. Kalmazsa iş yok, ev yok, aş yok !


Caminin arkasında yer alan duvarlarda eski derebeyinin evinin olduğunu ve derbeyin torunları tarafından yıkılmak istenen evin İlhami bey ve arkadaşları sayesinde yıkılmaktan kurtulduğunu öğrenip evi görmeye gidiyoruz.


Paşaoğullarına ait çok özel bir örnek. Anadolu toprakları dışında, bu coğrafyanın koşullarına uyarlanmış bir Osmanlı evi. İki katlı, ikinci katında açık avlusu bulunan, müthiş geniş saçaklı, muhteşem ahşap işçiliğine sahip bir ev. Evin etrafında günümüz mimarisinin eskiye benzemeye çalışan iğreti kopyaları… İlhami bey beyin torunlarının evleri diyor kopyalar için.


Benim için tarifi imkansız bir güzellik, örnek…


Tetove aynı zamanda Osmanlılarca bu topraklara getirilen Bektaşiliğin önemli bir tekkesine de ev sahipliği yapıyor. Harabati Tekkesi ahşap ve taşın müthiş uyumuna sahip. Hayatımda ilk defa tekke görüyorum. Geniş yeşil bir bahçe içinde Arnavut bir dedenin denetiminde, seyire doyamadığım, Sunni ve Bektaşiler arasında paylaşım sorunu yaşanan mahkemelik bir yer. Sersem Ali Tekkesi diye de geçen tekke Sosyalist Rejimde sosyal etkinlikler için kullanılan bir yermiş.

Tekkeden sonra Makedonya’nın en yüksek dağı olan bir zamanlar Türk sonra Tito ve günümüzde papaz şapkasına benzerliğinden dolayı Şapka adıyla anılan, kış sporlarının yapıldığı dağa çıkıyoruz.


Dağda müstakil evler ve küçük yıldızlı oteller var. Balkan kış sporlarına ev sahipliği yapan kayak merkezinin yolu çok bakımlı. Bizim Uludağın patlamış, yamalı asfaltı geliyor aklıma…


Şapka dağının kaşarlı köftesi meşhurmuş nefis bir ziyafet çekiyoruz kendimize…


Dağ o kadar huzurlu ve güzel ki… Makedonya’da hayat çok yavaş akıyor…Huzuru ve sessizliği hissediyorsunuz… Bütün ülke medite olmuş gibi… ama aslında, gözle görülmeyen bir kazan kaynıyor…

Ve Makedonya’nın olmazsa olmazı, sayfiye yeri, Unicef’in koruma altına aldığı Ohrid…


Ohrid virajlı dağ yollarından geçrilerek gidilen otobüsle 4 saat süren Skopje’ye 168 km uzaklıkta bir şehir.


Taksi şoförümüz bizi 85 avroya götürebileceğini söylüyor. Çok iyi bir fiyat. 15 gün önce Şehir Tiyatrolarının bir etkinliği dolayısıyla Ohrid’e gelen amcam, Skopje’ye gitmek için fiyat sorduğunda 200 avro demişler ona…


Amcama taksi ücretleri sudan ucuz geldiğinden tamam diyor. Bence de tamam. Sıcaktan bunalmasın, keyifli bir yolculuk yapsın ve mutlu olsun başka arzum yok…


Ohrid’e sarı yeşil topraklar arasında dik çatılı, sıvası olmasa da muhakkak çatısı olan tek katlı, 2 şerefeli hatta bir tanesinde 3 şerefeli camileri olan Arnavut köylerinden geçerek yol alıyoruz. Arnavutların minare mimariside son derece ilginç. Farklılıklarını, ayrımlarını mimariylede ifade ediyorlar.


Yol boyunca dağlar yemyeşil… Göz alabildiğine yeşillik…

Sur içindeki Ohrid evleri Safranbolu evlerine benziyor. Ünlü mimarımız Cengiz Bektaş Makedon mimarlara yaptığı sunumda ilk önce Safranbolu evlerini gösterince, Makedon meslektaşlarımız bizim Ohrid mimarisi diye bildiğimiz evler demek ki Safranbolu evleriymiş demişler…


Ohrid gölü Makedonya ve Arnavutluk arasında sınır oluşturan Avrupa’nın ikinci en büyük gölü. Makedonların sayfiye yeri. Benim için göle girip yüzmek imkansız bir şey. Ama Makedonlar için böyle değil. Ohrid’e gidince gidilmesi gereken ve göle akan nehir üzerindeki restaurant ta balık yenilmesi gereken St. Naum Manastırı ilk durağımız oluyor. Ortodokslar için kutsal olan mekan bizim için alabalıkları dolayısıyla kutsal oluyor.

Ohrid incisiyle ünlü bir şehir. Sokaklarda incik boncuk satan bir çok satıcı görüyorsunuz. Ohridin geleneği takıcılıkmış.


Eski şehrin meydanında kocaman, restorasyon görmüş çınarın çevresindeki banklarda gölgesinde oturup, yanındaki kaynaktan su içmek…


Ohrid Yunan Adalarını anımsatıyor... Osmanlı mimari izlerini taşısada, var olan mimari kültür-gelenek Anadolu'dan gelmiş olsada Osmanlı diyemiyorsunuz...


Dönerken, yemyeşil ormanlara bakarken göz ucuyla Petar’a bakıyorum… O kadar iyi bir insan ki benim Müslüman onun Ortodoks olması bir önem arz etmiyor… Görünmeyen bilinmeyen bir tanrıya farklı şekillere ve adlara sahip ibadethanelerde ibadet ediyoruz… Harabati Tekkesindeki dedenin sözleri geliyor aklıma, hepimiz kardeşiz ve hepimizin sonunda ihtiyacı iki metrelik toprak… Evet öylede Tekkede neden Arnavut bayrağının yanında Makedonya bayrağı asılı değildi o zaman?

Yeşil dağlara bakıyorum, yol yol yapma isteği uyandırıyor. Huzur veren bir ülke. Hayat yavaş akıyor. Yağmurdan sonra çıkan gökkuşağının hissettirdiği, hem hüzün hem mutluluk duygusunu hissettiriyor bu ülke bana…

Her şey yolundaymış gibi gözükse de Balkanlar, Makedonya gözle görülmez bir kazanda kaynıyor…

Dede toprağında olmak güzeldi.
Tarihimi öğrenmek güzeldi…
Vardar kıyısındaki kafelerde oturarak gün batımını izlemek güzeldi...
Osmanlının bu coğrafyadaki mimarisini görmek ve dokunmak güzeldi...


Elden bir şeyler gelmesede yok olan kültürümüze sahip çıkabilsek demekten başka bir şey diyemiyorum…


Bu topraklarda bu kadar az olmak..


Ve bu kadar sahipsiz olmak…


Hükümetin Balkanlar politikası var mıdır? Sanmıyorum...

Gezilecek çok yeri var, baharda amcalarımla Bulgaristan sınırında kalan, Bir zamanlar Selanik'in kasabası olan Petriç’e yol alacağım bu sefer…


Türk kalmamış olsa da, dedemin doğup büyüdüğü ev olsa da olmada da ona bir avuç toprak götürmek için…

Dağlık, sarı- yeşil renkli bu ülkeden ayrılırken karışık duygular içerisindeyim…


Ne mutlu Türküm diyene de, keşke azınlık olmasaymışız beyaw ! diyorum...


Yağmurdan sonra çıkan gökkuşağının hissettirdiklerini hissettiren güzel, sarı-yeşil renkli buz gibi suları olan bu ülke, gözle görülmeyen bir kazanda kaynıyor...


Nolur kaynatmayalım...


Nolur geçmişimize, eserlerimize sahip çıkalım...

Hiç yorum yok: