6 Temmuz 2011 Çarşamba
Taşın ve inancın şiiri Mardin /Batıdan Doğuya ilk defa giden mimarın notları
Bu yolculuğa çıkmaya Türkiye’den kilometrelerce uzakta İspanya’nın Ortaçağ şehri olan Toledo’da yerel rehberin dinlerin ve kültürlerin buluştuğu Mardin’den çok ve övgüyle bahsetmesinden dolayı karar verdim.
Tarih Vakfıyla 20-23 Nisan tarihleri arasında hem tanımadığım ülkemi öğrenmek hemde mesleki açıdan bu keşif yolculuğuna çıktım.Neyle karşılaşacağımı ve ne bulacağımı bilmeden ama vatanına ilk defa giden insanların duyduğu heyecan, sabırsızlık ve kavuşma isteğiyle bir saat kırk dakika süren uçak yolculuğuyla ilk durağımız olan Diyarbakır’a vardık.
Turumuza Diyarbakır’da çok sıcak bir karşılamayla başladık. Dünyanın ikinci en uzun suru ve doğanın sunduğu günümüzde unutulmuş, yeniden canlandırma çalışmaları birkaç bilinçli Diyarbakırlı tarafından sürdürülen Bazalt taşıyla tanıştık. Bir zamanlar Mardin kadar zengin olan etnik kültürün izlerini günümüze gelebilenlerle sürdük; Ulucami, Sipahi Çarşısı, Hasanpaşa Hanı, restore edilerek otel olarak kullanılan Deliller Kervansarayı, Bazalt taşının ve klasik Diyarbakır evlerinin özelliklerini öğrendiğimiz C.Sıtkı Tarancı, Ziya Gökalp ve Esma Ocak evleri ve gezimizin temasını oluşturan dünyanın en yoksul Hıristiyan kilisesi olan sadece dört aileden oluşan topluluğun doğuya has sıcaklığı ve renkliliğiyle süslenmiş Keldani Katolik Kilisesiyle tanıştık. Terk edilmişliğin izlerini çatısının çökmesiyle taşıyan Surp Grigor Ermeni Gregoryan kilisesinin yakın zamanda restore edilecek olması, bizim buradan umutla ayrılmamıza neden oldu.
Diyarbakır’dan Mardin’e geçtiğimizde akşam olmuştu ve şehir ‘gerdanlığını takmış’ ışıl ışıl Mezopotamya’yı seyrediyordu. Arap mimarisinin etkilerini taşıyan, Avrupa’da aynı dönemde kurulmuş yerleşimlerin korunma ve tanınma şansına sahip olamayan, tarihi ve kültürel yönden büyük bir zenginliğe sahip, 10 y.yıl’da kurulmuş olan Mardin başka bir kültürde ve coğrafyada olduğunuzu hemen hissettiren, keşfe çıkmak için sabırsızlandıran bir şehir.
Dağ yamacına kurulu birbirinin üstündeymiş hissi veren sarı taşlı ve teraslı evler hep aynı yöne açılıyor. Bu basamak basamak yükselen sarı taş evlerin arasından daracık kıvrılarak geçen, gölgelerin üstüne düştüğü basamaklı taş sokaklardan hangi yöne gitseniz arkanızı dönünce gördüğünüz sonsuza uzanan yeşil deniz Mezopotamya oluyor. Sokaklarında merkeplerin dolandığı, gerçekle geçmişi birbirine karıştırdığınız şehir, Diyarbakır’a oranla şanslı, surları yok olmasına rağmen kalesi, evleri ve dini yapıları korunmuş ama iş imkanlarının azalması ve unutulmuşluğun getirdiği bir süreç olan Batı’ya göç sürdüğünden gelecekleri belirsiz.
Mardinliler kültür zenginliklerinin farkında. Geçen sene Dünya Mirası seçilen şehir, 1985 yılında SİT alanı olarak ilan edildiği halde, eski kent dokusunun içinde dokuya uymayan yapılaşmalar olmuş ve yapılıyor. Birkaç bilinçli insanın giriştiği koruma ve kalkınma çalışmaları sivil toplum örgütleri ölçeğinde kalıyor. Yaptıkları çalışmalar arasında, yakın zamanda kurulacak olan taş ustası okulu da var. Gelecekteki yapıların betonarme olmasını engelleyecek hem de günümüzde unutulmuş olan bu sanatla kültürlerinin ve yaşamlarının devamını sağlayacaklar.
Mardin’den çıkıp Nusaybin, Midyat ve Hasankeyf’e yol alırken, insanların unutulmuşluğunu, farkında olmadığımız kültür ve doğal zenginliğimizi görüyorsunuz.Dara köyündeki ilkokul çocuklarının Türkçeyi öğrenmek için verdikleri kitapsız mücadeleye tanık oluyorsunuz...
Hasankeyf’teki yerlerinden ve yurtlarından edilecek öğrencilerin okul harçlıklarını çıkartmak için yaptıkları rehberliğe şahit oluyorsunuz...
Bu coğrafyadan Batı’ya baktığınızda Türkiye’nin gerçeklerini görüyorsunuz. Türkiye’nin eşit olmayan gelişimini, Doğuyla-Batının farkını çok acı birşekilde hissediyorsunuz. Batı’da yaşanan herşeyin sanal bir gerçek olduğunu anlıyorsunuz. Etnik kimliklerin değil, ‘Türkiyeli’ olmanın önemini kavrayamamış olmamızdan dolayı çekilen iki taraflı acıları duyumsuyorsunuz...Kültürümüze sahip çıkamamanın bedelini Diyarbakır’ın bazalt evleri ile, Mardin’in azalan Süryani topluluğuyla ve yüzyıllardır bir çok kültür ve medeniyete ev sahipliği yapmış Hasankeyf’le ödüyor olmamız çok acı. Ülkemin kültür mirasının izlerini sürmeye çıkmış olarak soruyorum, kültür değerlerimizin ve insanlarımızın kıymetini şimdiye kadar yeterince bilememiş olmamızın bedelini, Türkiye’yi Türkiye yapan kültürel zenginliğini, geçmişimizi yok ederek mi ödemek zorundayız?
19/Nisan/2007
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder